Sıcaklar bastırdı artık. Rehavete garkoldu kemankeşler. Hatta mayıştık iyice. Ama yapılacak işler var, gidilecek mekânlar, araştırılacak konular var. İşlerin arasına serpiştirebildiğimiz kadarı ile sırayla halletmeye çalışıyoruz. Kemankeş Çelebinin yolu Ankara Sincan’a düşmüştü bu sefer. 29 Temmuz sabah 04 de İstanbul’dan hareketle ulaşılan Sincan’da, akşam saat 17.00 ye kadar süren adliye koşuşturmaları nedeniyle Ankara’da ki dostlarımıza uğrayamadık elbet. Dönüş yolunda şu Eskiçağa-Yeniçağa neresiymiş, yay yaparlar mıymış, gökçe ağaç dedikleri ağaç, huş ağacı olabilir miymiş sorularının cevabını araştıralım dedik. Saat 18,30 suları Yeniçağa gölünün etkileyici akşam manzarasını otoban kenarından bir deklanşör basımlık kadar seyrettikten sonra çıktık gişelerden. Yeniçağa 5-6.000 nüfuslu bir yer. “Nasıl olsa bu saatte sorularımıza cevap verecek birisini bulamayız ayrıca burada böyle iptidai şeylerle uğraşan olmaz zaten” diye Eskiçağaya gitmeye karar verdik. Yolda telefonla aradığım Metin Orhan Hocam da zaten Mengen orman işletme yetkilileri ile görüşürsen iyi olur diyordu. Adres soralım diye yaşlıca bir vatandaşın yanında yavaşladık. Araştırıyorum güya ama nedense bir bezginlik var üzerimde. Oblamov* modunda hissediyorum kendimi.
-“Hacı ağabey!! Eskiçağa nerede? Buralarda yay yaparlarmış eskiden,sen bilmezsin deden de bilmezdi, ama duydun mu bir şeyler?. Müzeye benzer bir şeyler veya evinde eskiden kalma yay ok falan olan birilerinden haberin var mı?” Arkadaşlar garipliğe bakar mısınız. Arabanın penceresinden sorulacak soru mu bunlar? Dedikya Oblamov modundayız diye. Bereket Hacı ağabey olgun. Kibarca yanıtladı;
-“Hoş geldiniz, Eskiçağa’ya şuradan gideceksin. Buralarda öyle bir şey yok, belki Eskiçağa’da vardır. Orada kahveci İsmail’e sor. O sana yardım eder. Selamımı söyle” dedi.
-“Eyvallah hacı abi” dedik Mengen yoluna doğru yola koyulduk. Eski çağa dedikleri 10-15 hanelik bir köymüş meğerse. Eski, sevimli bir kıraathanesi var. 5-6 kadar emeklilik günlerinin tadını çıkartan vatandaş oturmuş sohbet ediyor. Çekip arabayı kahvenin karşısına açıp pencereyi sorduk;
-“Eskiçağa burası mı?” Arabanın durduğunu görür görmez yerinden zaten fırlamış olan güleç yüzlü bir Anadolu insanı arabaya yaklaşıp :
-“ Evet efendim”. Nedense canım arabadan inmek istemiyor.
- “Kahveci İsmail kim?”
-“Benim beyim buyurun” İçimden; ‘Akşam üstü adrese teslim bela mısın nesin. İnsene lan arabadan aşağıya!!!. Adam ayağına kadar gelmiş sen hala ukalalık ediyorsun’ diye söylenerek indim arabadan.
-“Selamün aleyküm! Sana birisinin selamı var ama kim olduğunu bilmiyorum yolda rastlamıştım”.
-“???. Aleykum selam.” Anlattım meramımı. Kibarca dinlediler hemen bir çay söyleyip.
-“Valla sizin dediğiniz yayı bilmeyiz ama dedelerimiz Osmanlı zamanında demir işiyle uğraşırlarmış atların nallarını, mıhlarını, demir aksamlarını yaparlarmış”. Hayda! Bu da nereden çıktı şimdi.
-“At arabalarının makaslarını da yaparlar mıymış?
-“ At ve araba başta olmak üzere her türlü demir işi yaparlarmış”
-“Ya şafak biraderim sen bu adamların yay ustası olduğunu nereden okudun? Hele bir daha bak. Bunların yaptığı yay bizim yay değil, yaylı arabanın yayı galiba” “Belki temren falan yapmışlardır” diye tarif ettimse de netice yok. Evinde yay veya ok bulunan birini de bilmiyorlar. Anlaşıldı vaziyet bir de şu gökçeağaç dedikleri ağacı soralım bakalım;
-Buralarda gökçeağaç derler bir ağaç varmış bilir misiniz bu ağacı?
-“Beyim biz kayın ağacına gökçe deriz.”
-“ Yahu hele bir gösterin, marangoz varsa bir parça alalım. Canım Türkiye’mde ne kayın, kayın ne huş huş, her yerde ayrı isim aynı ağaç.
-“ Buyurun beyim gidelim” dedi. Ahmet yılmaz isimli bir hacı ağabey. Bindik arabaya düştük Mengen yoluna. Pazarköy müdür nedir oranın orman işletme deposuna soktu Ahmet ağabey bizi. Koca koca kütükler dizili koca alanda.
-“Aha dedi gökçeağaç.”
-“ Hacı abi bu bal gibi kayın yahu. Huş falan değil.”
-“Beyim burada huş ne arasın. Bunları siz kayın olarak biliyorsunuz biz gökçeağaç. İstediğini al.”
-“Hacı abi koca kütüğü ne yapayım, nasıl taşıyayım? Zaten kayınsa gerek yok. Bir marangoz bulalım hele.” Pazarköy içinde bir kahveye gittik. 3 masalık okey takımı çalışma yapıyor. Ama ne hararetli bir antreman anlatamam. “Hoşgeldiniz” dediler oyuna ara verip. Gülümsedik. Hah şöyle be karşılama dediğin böyle olur. Kahveci hemen ne içeceğimizi sordu buyur etti başköşeye. Dedik “bir marangoz lazım”. Hemen aradı birisini. Ulaşamayınca “gidelim beraber marangozhaneye” dedi kahveyi elemanına emanet edip bizimle beraber geldi. Marangozhane dedikleri oldukça iri bir ağaç işleme atölyesi. Gökçeağacın bildiğimiz kayın olduğunu tesisin sahibinden teyit ettikten sonra karaçam ve köknar iki parça ağaç alıp döndük gerisin geriye. Aklıma 8 sene önce gene Mengende rastladığım 11 çocuk sahibi yaşlı ama dinç bir Mengenli geldi. Gülümseyerek anımsadım, otostop yapıyordu Yedigöller yolunda. Neşeli, müthiş zeki bir Anadolu insanıydı. Mevzuyu hatırlamıyorum şimdi ama “hacı amca sen de az değilmişsin ha” diye gururunu okşayayım derken, “ bedenümü şişüme avkat bey” cevabındaki zakaya ve espriye kahkahalar atmaktan gözümden yaş gelmişti. Güler yüzlü insanlar eski-yeniçağalılar, Mengenliler. Uğrayın yolunuz düşerse. Buralarda huş ağacı yok, yay ustası da olmamış. Çega tutkalını hiç duymamışlar. Yani bu bölgede akçağaçtan başka işimize yarayacak bir şey yok gibi.
Akşam kadim dostumuz Düzceli Sami ustayı ziyaret edip orada sabahladık. Sami ustayı bilmeyenler için söyleyeyim her yönüyle sanatkâr. Asıl işi gümüşçülük ama elinden gelmeyen iş yok. Bizim gümüşten zighirleri yapan usta. Birde tasarımları kendisine ait gümüşten, savatlı bilezikler yapar ki görenleri hayran bırakır. Hanıma hediye etmiştim nefis bir tane. Amerikalı birisine yaptığı en son savatlı oymalı gümüş bileziği gösterdi, nutkum tutuldu. Üzerinde Bulgari yazsa en tanınan model olur ama “ameli Sami” yazdığı için meraklısından başkası bilmez. Bu nedenle Sami Usta gibi sanatkârlar şehir merkezlerinde dükkânlarının kiralarını ödeyemedikleri için atölyelerini köydeki evlerine taşımak zorunda kalırlar. Orada bir yandan bilezik, yüzük yapıp geçimini temin etmeye çalışırken, diğer odada köyün çocuklarına ebru sanatını, toprak boya yapmaktan başlayarak öğretir Sami usta. Ekrem kardeşim yay kalıplarını bir gönderebilse yay yapmaya da başlayacak geçen sene temin ettiğimiz akçaağaçlardan. Sami ustamla sabah üçe kadar muhabbeti koyultunca ertesi gün 10.da zor uyanabildik elbette.
- “Sami ustam, şu bizim kemankeş ormanına bir gidelim mi?”. Atladık arabaya Sami ustamla yanında dünya tatlısı çocukları ve misafiri Emreyle. Delikanlı üniversitede öğrenciymiş. Sohbet tabi zırh, ok, yay, tarih olunca birkaç defa sordu garibim yanlış duyduğunu düşünerek.
-“Abi sen ne iş yaparsın?”
Dereden geçtik su şırıltılarını dinleyerek. Ulu ağaçların olduğu bir orman hayal ediyorum elbet. Bir an önce büyüsün akçalarımız. Büyümüş ama akçalar değil yabani otlar. Bri sene olmadı daha nerden büyüyecek. Ormanımızın Her tarafını yabani bitkiler sarmış. Diken mi istersiniz, sarmaşık mı, yoksa kızılotlar mı? Ama belli birileri ağaçların etrafını temizlemiş. Hakan bey ve ekibi olmalı. Ne de olsa onların sorumluluk alanı. ‘Merak etmeyin Adnan Bey, bakarız biz sizin ormanınıza’ demişti ayrılırken. Sağolsunlar. Sevindirici tarafı 3-4 tanesi dışında ağaçların hemen hepsi tutmuş. Ama yabani otların arasından bir şey görünmüyor ki. Topraktan fışkırıyorlar sanki.
Akçalarımızı fotoğrafladıktan sonra ‘Hadi kışın göremediğiniz şelaleyi de görelim’ dedi Sami usta. Biraz üst taraftaki pınara gittik önce. Roma döneminden kalma bir lahit kapağını delmişler ortasından plastik boruyu geçirmişler ve süslü bir çeşmeye sahip olmuş köylüler. Kemankeş ormanına giden yol kenarındaki meranın az yukarısındaki pınar, sizi bekliyor bütün garipliğiyle. Tarlaya bir suyolu açmışlar içi pişmiş toprak kap parçalarıyla dolu. Belli ki bu alan Romalılar zamanından kalma bir yerleşke. Daracık keçi yolu, kayın ve kestane ağaçlarının altından ilerliyor. Masalsı bir havası var çağlayan yolunun. Yolda mantarlar, kızılcıklar, böğürtlenler, ikramlar sunuyor gelenlere. İnişli çıkışlı patikadan ilerlerken çağlayanın uğultusu yaklaşmaya başlamışken Sami usta birden durarak;
-“ Abi bu ne ya?. Gösterdiği bitkiye bakıyorum irkilerek
“Hint keneviri!!!!”
Vay deyyuslar vay!!! Kitapsızlara bak, kimsenin geçmediği bir yere ekmişler ki faili mechul olsun. Söylene söylene şelaleye gidiyoruz. Vallahi şelale Sami ustanın anlattığı kadar varmış. Suyu çok fazla olmamasına rağmen köpük köpük suların yükseklerden deli deli dökülmesi seyre değer. Burada orman çok güzel, ağaçlar dağ gibi yüce. Şelalenin üst tarafındaki küçük bir delikten seyrediyorsunuz gökyüzünü. Ardı ardına deklanşöra basıyorum kemankeşleri bu yaz sıcağında güzel bir manzarayla serinletmek için. Yukarıda büyük şelale var diyor Sami usta ama biraz önce gördüğüm kenevirler canımı sıkıyor. Telefon çekmeye başlayınca arıyorum jandarmayı.
-“İyi günler. Ben av. M.Adnan Mehel, buraya diktiğimiz ormana bakmaya gelmiştim de yolda kenevire rastladım da… falan filan”. Oğlum kırk yıllık hukukçusun böyle bir hikâye olur mu? Tamam işin aslı böyle de, kim inanır buna. Yok orman dikmiş te, yok pınara gitmiş te, yolda hint kenevirine rastlamışta. İster misin şimdi “vay uyanık bize masal anlatıyor” desinler? İyi ki bizim ormana dikmemişler keneviri. Oranın afyonu da baya kaliteli olur ha toprak o kadar güzel ki altın düşse yere seneye kalmaz ağacı biter. “Abi bunlar kemankeş ormanı malı. Böylesini Afganistan’da bile bulamazsınız” diye satarlardı herhalde. Töbe töbe. Bugün hem Oblamovluğum, hem tüm abuk subukluğum üzerimde. Birazdan bir görevli aradı;
-“Alo avukat bey ben sivil görevli astsubay ….. şu yeri bir tarif eder misin?”
-“Ne bileyim arkadaş burası dağın başı. Ne sokak adresi var ne cadde. Hani dağın başında lahit kapağından çeşme var ya?
-“Ne çeşmesi, orası neresi.?” Hayda ! Duyarlı vatandaşa olalım derken başımıza iş aldık. 3 defa geldiğin dağ başını nasıl tarif edersin
-“ Siz en iyisi Aydınpınar orman işletmeye gelin ben sizi oradan alayım olmaz mı?”.
Neyse sözleştik bir yerde buluştuk. Sami usta oralı olduğu için kıllanırlar-mıllanırlar, ben göstereyim sevabına diye yalnız buluşup şelaleye yollandık. İki sivil jandarma ve kel kemankeş narkotikçi rolü oynamaya başlamadık dağın başında. Hoş sohbet arkadaşlar ama ben evhamlıyım. Ben olsam ‘bu hergele bunları buraya dikmiş, sonra ne olur olmaz diye tırsıp kendisi haber veriyor’ diye düşünürdüm herhalde.
-“Dere boyunu komple gözden geçirmek lazım. Bu uyanıklar kimin diktiği belli olmasın diye burayı seçmişler. Demek ki tecrübeliler. Buraların en namlı kenevircisini takibe almak lazım acemi işi değil “ falan diye akıl veriyorum. Baya bir mesafe gittikten sonra kenevir tarlasına ulaştık. Birdenbire önlerine çıkan hint kenevirlerinden önce şaşıran görevlilerin eli yaprağa değer değmez yüzleri değişti. Yaprağı kokladılar.
-“Avukat bey bu “hint keneviri” değil” dediler. Kokarmış meretin yaprağı ama bu bitki o kadar çok benzermiş ki hint kenevirine, görevliler bile şaşırırlarmış bazen. Bozum oldum elbette. İki saat burada boşuna zaman kaybettiğime mi yanayım. Yanlış ihbarda bulunup kolluk kuvvetlerini boşuna meşgul ettiğime mi?.
-“Kusura bakmayın ben sadece resmini görmüştüm” dedim ezile büzüle.
-“Olsun avukat bey eksik olmayın. Şaşırmanız gayet normal bak şelale çok güzelmiş,görmemiştik” dediler. Geçerken pişmiş kil parçalarını gösterip ;
-“Belli ki burada büyük bir yerleşke varmış ” dedim. Ne üstüme vazifeyse
-“Tarihi eserlere meraklısınız galiba” lafından kıllandım nedense. “Bunun işi tarihi eser kaçakçılığı diye düşündüler herhalde” diye gene evham bastı gene. Sizi gidi uyanıklar. Gerçi işleri bu. Gerilen sinirlerimle dağ başında nutuk çekeceğim tutmasın mı;
- “Evet, tarihi eserlere meraklıyım. Yalnız beni Helenistik çağın bilmem ne heykeli ilgilendirmiyor. Veya bilmem hangi krala ait metal parçaları da. İkonalar falan da ilgi alanıma girmez. Osmanlıdan Selçukludan kalma ok ucu varsa, yay varsa, ok varsa, ilgilenirim. Satan falan olursa da kusura bakmayın riske girer alırım. Biz bunun ticareti ile değil ilmiyle uğraşıyoruz. Kopyalarını çıkartıyoruz, yeniden yapıyoruz, teknolojisini anlamaya çalışıyoruz. Tarihi eser kaçakçılığı ile ilgilenen varsa da haber gönderiyorum “temrenler varsa, yay varsa, ok varsa haberimiz olsun diye. Şimdiye kadar bulamadık ama bulursam ve imkânım olursa satın alırım. Yeter ki uçmasın buralardan tapu kayıtlarımız. Sizden ricamız eğer ele geçirirseniz böyle bir şeyler, hiç olmazsa bize fotoğrafını gönderin.”
Sabırla dinlediler sağ olsunlar yardımcı olmaya söz vererek. Oturduk bir cigara tellendirdik plastik katkılı Bizans aynalı pınarın yanında. Buz gibi kaynak suyundan da içtik elbette. Sordukça sordu asker arkadaşlarımız. Anlattık kemankeşliğin ne olduğunu ve ne ile uğraştığımızı.
-“Hocam tekrar bekleriz dediler. Ne zaman yolunuz düşerse Düzce’ye, çay içelim sohbet edelim.”
Çenemiz düştü gene kusura bakmayın. Resimler aşağıdaki adreste.
http://picasaweb.google.com.tr/adnanmehel/YeniKlasor?authkey=Gv1sRgCPLxv6Heq6H0aA#
* Rus romancı Gonçarov’un bezginliği ve tembelliği ile ünlü roman kahramanı,
Temmuz 2009. Kemankeş Çelebi- Adnan Mehel
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder