9 Ağustos 2010 Pazartesi

KAZ DAĞLARI


Yaklaşık iki ay önce Havran’a davet geldiğinde ilk aklıma gelenleri ve devamında gelişen olayları burada yazmanın bir manası yok. Uzun zamandır orada yarışma düzenlemek için hazırlanıldığını biliyorduk. Gitsek mi gitmesek mi tereddüdü ve tartışmalarını her zaman yaptığımız gibi istişare, yani ortak akıl ile çözdük ve davete icabet etmemiz gerektiğine karar verdik. Havran kaymakamlığı davetiyelerimizi göndermiş ve otelde ismimize yerlerimiz ayarlanmıştı.
Tahmin ettiğimiz gibi yurt dışından fazla bir katılım sağlanamamıştı.. Üzüldük. Keşke daha fazla katılım olsaydı. Bir problem çıkacak endişesi ile biraz gönülsüz çıktığımız yolculuğumuz 16.00 sularında İstanbul’dan başladı. İlk aksilik feribot iskelesinde bir buçuk saat bekleme zorunluluğuydu. Oturduk çay içelim dedik, boş masa yok. Olgunca bir hanımefendiden izin alarak masasına iliştik. Boğaziçi’nde emekli tarih profesörüymüş. Masa sahibimiz ile uzunca bir Orta Asya ve tarih seyahatimiz karşılıklı kartvizit teatisi ile neticelendi.
Uzunca zamandır denizde fındık kabuğu rolü yapan feribot görmemiştim. Biraz tırsmadık desem yalan olur. Eski hocalığımızı hatırlayıp aklımda kalan ezberleri de tekrarlama imkânı buldum bu sayede. Kazasız belasız topçular iskelesine ulaştığımızda aksilikler birbiri ardına devam etti. Yol yapımı nedeniyle daralan trafik, ağır trafik nedeniyle arabanın su koyuvermesi, düze çıkınca bastıran sağanak yağmur vs.
-“ Ya Metin bu araba rampada çuvalladı “kullanma kılavuzuna bakın” yazıyo ne yapacaz? ”
–“Önemli değil biraz dinlenip devam edin.” Var bunda bir hayır. Bu kadar aksilik pek hayra alamet değil gibi ama..
-“Hocam Eskişehir’de hızlı trenden indim ne yapayım?”
-“İbrahim oradan otobüslerle Bursa veya Balıkesir’e geç”
İbrahim en son öğrencilerimizden. Hem kabiliyetli hem çelebi. Çelebi okçular kervanına bir arkadaşımız daha katıldı. Bekleyelim bari İbrahim’i dedik. 21.15 de Bursa’da olacakmış ve direksiyonu Bursa’ya kırdık. Metina çoktan bandırmaya ulaşmış protokol yemeğine yetişelim diye bizi sıkıştırıyor ama İbrahim nasıl gelecek. Zaten sabahtan beri Ankara’dan Bursa’ya gelene kadar göbeği çatladı garibin. Hadi bir tanesini anlatayım dolmuşa para ödemeyi unutmuş bir saat dolmuşu aramış Ankara’da iyi mi? Tövbe yarabbi yeni gelenlerinde tahtası eksik eskiler gibi. Tepehan biraderimizle buluşma ve orijinal mekânında İskender keyfi olmalı dedik.
-“Ali hoca sen Orijinal yerinde İskender yedin mi?”
-“Yooo”
-“İyi ben de uzun zamandır yemedim .”Unutmuşuz adresi. Heykelin yanı dediler. Biz de bulduğumuz ilk heykelde durduk. Başka heykelmiş Tepehan bizi buldu da Bursa’da kaybolmaktan kurtulduk. Yoksa yarışmaya giderken boğazı yüzünden yol kaybeden kemankeş gibi garip bir ünvanımız olacaktı. Yemek biter bitmez telefon;
-“Alo hocam ben geldim ama az biraz işim var.”
-“Tamam, İbrahim” dedim gülümseyerek. Alınmayalım diye mescide gittiğini saklıyor.
-“ Ya Ali hoca aramızda ağzı dualı birisinin olması iyidir içimde bir sıkıntı var inşallah sağ salim varırız. Bu kadar aksilik pek normal değil ” Aklıma yolda olduğunu bildiğim arkadaşlar geldi onları da arıyorum bir yaramazlık olmasın diye çaktırmamaya gayret ederek huzursuzluğumu.

-“Mayolarınızı aldınız mı? En fazla öğlene kadar sinirlerimizin dayanabileceğini düşünüyorum. ”
“Terliklerimi bile aldım baba.” Diye gülümsedi çekik gözlü muzip oğlum. “ parfümü ve deodorantı da unutmamış kerkenez. Eeee 17 yaşında, ama kaz dağlarında kimi görecek ki. Yoksa kaz dağlarını kız dağları mı anladı ne.??!!
-“ Ayıbettin” dedi Ali hoca, “termal otel olduğuna göre kese ve ilif de lazım olur, kşam hamama gideriz. İbrahim’i aldıktan sonra istikameti Bandırmaya yönelttik. “Metina omzunu sakatlamış” dedi Ali hoca “ok atamayacakmış”. “Ulan durup dururken omuz sakatlanır mı? Bunda bir iş var geri dönmemiz icap ediyorsa buradan dönelim. Boşuna yorulmamış oluruz. Nasıl olsa problem çıkacak ”
Ertesi gün öğrendik “Metin atarsa ben ve ekibim çekiliriz” diye organizatörlerin uyarıldığını ve Metinin anında Organizasyona zarar gelmesin diye omzum sakatlandı masalını uydurduğunu. Bizim geri dönmemizden korktuğu için bu konuşmayı bize aksettirmemiş elbette. İçimdeki sıkıntı devam ediyor var hoca bunda bir hayır deyip yoldaki arkadaşları arıyor ve arabayı kontrollü sürüyorum.
-"Yavuzum iyisiniz değil mi? Yıldırım abi ne halde? İyi Şükrü ile hanımına da selam söyle" Metini Bandırma’dan aldıktan sonra 03.00 gibi intikal ettik sporcuların bulunduğu otele. Yatarken yoldaki arkadaşları son bir kere aradım burada su yok yoldan bize de su alın bahanesi ile. Yaklaşmışlardı ve artık merak etmeye gerek yoktu. Yarışmayacağı halde Metina uyandırdı bizleri “hadi geç kalmayalım” diye. Aslında uyumamıza izin verdiği de söylenemez ya. Kahvaltı salonunda yurt dışından gelen arkadaşlarla sohbet ettik biraz. Kahvaltıdan sonra alana intikal ettik. Oklarımız ve yaylarımızı kuşandık. Meydan Şeyhine yaklaşıp “yardımcı olabileceğimiz bir şey var mı?” diye sordum.” Hayır, Mehel sağol” dedi. Peşinden “neden geleceğinizi haber vermediniz?” “Nasıl bildirmedik. Olur mu, gelecek kişiler ismen bildirildi öyle değil mi Sami abi?” Buraya kadar her şey normal gibiydi hatta Ali hoca ısınmaya bile başladı. Arkadaşlarla ilgilenmek üzere ayrıldım sonra aramızda yeniler olduğu için tekrar gelip isim yazdırmaya veya herhangi bir şeye gerek var mı diye sordum.
-“Hayır, gerek yok çünkü siz yarışmaya katılmıyorsunuz.” Yüzündeki kararlı ifadeyi gördükten sonra neden? Sorusu bile sormadan ayrıldım. Bizim için tanıdık olan bu ifadenin değişmeyeceğini bildiğim için hiç itiraz etmedim, “niçin?” diye sorma gereği bile duymadım. Bu arada bir önceki sorunun genel mahiyeti de anlaşılmıştı. Bir ay önceden davetiye gönderilmiş, adımıza otelde rezervasyon yapılmış, Mümin ve Tuncer protokol yemeğine bile katılmış. Kurt kuzuyu yemeyi kafasına koymuş hikâyesi “geleceğinizi niye bildirmediniz” de işin bahanesi. Arkadaşların yanına gittim ne yapacağımıza dair istişare yapalım dedik. Bin bir türlü protesto varyasyonu düşünülebilinirdi. Ama bize yakışanın kimsenin ağzının tadını bozmadan ve yarışmaya gölge düşürmeden sessizce çekilip gitmek olduğuna karar verdik. Süleyman Cem hocaya bakkam ve huş sözüm vardı. Bulunduğu standa gidip konuşmasının en heyecanlı yerinde ki okların çam ağacından yapıldığını anlatıyordu “ kim demiş, ok için en iyisi huş ağacıdır” diye takıldım. Yüzü birden asıldı ama elimde huş çıtaları ile benim olduğumu fark edince “vay getirdin mi Adnan hocam çok teşekkür ederim” diye gülmeye başladı. Bakkam parçasını ve huşları verdim.
-“Hocam size başarılar” dedim.”
-“Hayırdır?”
-“Şeyh-i meydan katılmamıza izin vermedi” . Yüzü allak bullak.
“O kadar uzak yoldan geldiniz neden katılmayacakmışsınız” dedi. Gülümsedim;
-“Önemli değil hocam ben neden diye sormadım bile, tartışmaya gerek yok ama burada bulunmamız anlamsız, kimseyi rahatsız etmeden biz geri dönüyoruz, bari yabancı misafirlere ayıp olmasın” dedim.. Beklenmedik bir durumdu, ne diyebilirdi ki. Belli ki üzgündü, ama ne yalan söyleyeyim ben rahatladım. Metina’nın çelebiliği yüzünden beraber geldiğimiz arkadaş atamayacak ama biz atacaktık yani hem arkadaşımızı satmış gibi olacaktık hem de yarışma esnasında yaşanacak bir tatsızlık daha kötü neticeler verecekti. Davete uyduk geldik, katılamazsınız dediler döndük.. Kaymakam beye kısaca durumu özetleyip ayrılma kararı aldığımızı söyledik. Ev sahibi olarak özür dilediği- ni bildirdi ve bizzat makam arabasını tahsis edip otele kadar bizi gönderdi, sağ olsun.
-“Ben size demedim mi yarıştırmaz bizi.”
-“Ali hoca senin atışlarından korktu galiba”
-“Yok ya ne atışı kemankeş tişörtlerinden rahatsız olmuştur.”
Şakalar sataşmalar havuzda devam etti. Dünya yakışıklısı Mümin ve Tuncer kardeşlerimizi görememiştik uzun zaman. Gencecik insanların bile yüzlerinde en ufak bir teessür yok ve müthiş olgunluk.. “Abi özlemiştik zaten birbirimizi kim bilir bir daha ne zaman bir araya geliriz. Biraz dinlenip geri döneriz.” Biz üzerimize düşeni ve bize yakışanı yaptık. Meydan şeyhi kendine bu hareketi yakıştırıyorsa diyecek bir şey yok. Bu arada kafanıza takmayın diye arayan arkadaşlar oldu. Özellikle Mert biraderimi zikretmek lazım. Akşam öğrendik ki yarışma esnasında yapılan işin sportmenliğe aykırı olduğunu söyleyen arkadaşlarımız da olmuş, bereket yarışmayı terk etmemişler. Can dostlarımız sağ olsunlar ama biz üzgün değil neşeliydik. O ana kadar içimde olan huzursuzluk gitmiş, rahatlamıştım. Havuzda çocuklar gibi oynayarak ve yorgunluğumuz geçmediği için uyuyarak günü geçirdik. Gene ortak akılla aldığımız kararla ortalıkta hiç görülmeden ertesi sabah ayrılmayı kararlaştırdık. Yanlış anlaşılma olmasın utandığımızdan veya mahcup olduğumuzdan değil turnuva için buraya gelmiş arkadaşların keyfini kaçıran bu olaydan dolayı ortada dolanıp gözlerine gözüküp de bu tatsız olayı hatırlatmak istemedik. Neticede utanması gereken bizler değildik. Ama arkadaşlar bırakmıyorlar ki. Metina döndü ben grubu temsilen arkadaşlarla biraz sohbet ettim.
Ertesi sabah Rahmetli Prof. Şinasi Tekin Hocamızın Muhterem eşleri Gönül Tekin hocamızı ziyaret etmek üzere otelden kahvaltı bile yapmadan ayrıldık. Serkan biraderimiz bekliyordu bizi Cunda adasının merkezinde.
- “Hah bak Ali hocam burada sakızlı dondurma ve ayvalık tostu deneyebiliriz”.
-“Yahu kel kemankeş sen boğazından başka bir şey düşünmez misin?”
-“Öyle deme Ali hoca Şafak biraderimin yokluğunu hissettirmemek gibi bir sorumluluk taşıyorum. Birazdan Serkan biraderim gözüktü. Ben ızbandut gibi bir kemankeş beklerken omuzlar sarkmış yürümekte zorlanan yengeç gibi bir kemankeş gözükmez mi.. Yapılı kolları ve omuzlarına bakarak
-“Hayrola Serkan biraderim bir şey mi oldu”
–“Hocam sorma 2 gündür yorgan döşek yatıyorum. Bademcik sorunum var.” Bir bademcik aslan gibi bir adamı böyle kediye çevirsin olacak iş değil. Allah şifalar versin diye başladık sohbete. Aslında ilk defa görüşüyorduk yüz yüze. Kırk yıllık ahbap gibi şaka şamata yollandık Gönül hocamızın evine. Kediler basmış her tarafı ve baştan haber yollamıştı zaten hocamız, kusura kalmasınlar diye. Mütebessim yüzüyle ve yaşından beklenmeyen enerjisiyle karşıladı bizi. Döndü dolaştı sohbet Şinasi hocamıza geldi. Kendisi de bir derya aslında “keşke ben rahmetli olsaydım onun yerine o bambaşka bir alimdi” diye iç geçirdi. Affetsin beni,İsmini sormaya vakit bulamadım bir hocamızı daha davet etmiş görüşmeye. Serkan biraderim telhisi getirmiş yanında, onu incelediler heyecanla. “300 sayfaymış az da değil” diye iç geçirdiler. Yardımcı olmaktı aslında kemankeşlere niyetleri ama onların çalışmasına 300 sayfalık bir kitapla engel olamazdık, “hocam başladı arkadaşlarımız sadeleştirmeye “diye yalan söyledik. Ama risale-i Bahtiyarzade var düşünürseniz. “Hah tamam” deyip kopyasını bizzat kendileri almaya söz verdiler. Aslında yalan değilmiş sonradan öğrendik ki Prof.Kemal Yavuz hocamız Telhisi çoktan çevirmiş baskı için beklemekteymiş. Bir ara fırsat bulup “Biz kemankeşler…” diye başladım anlatmaya. Kâh at üstüne biner gibi, kâh yatakta yatar gibi anlattıkça anlattım bildiklerimizi. Hocamız sorular sordu açıkladım dilim döndüğünce. Bazen aldı sazı eline Türkoloji’nin ve edebiyatın derinliklerinde gezdirdi bizi. Bazen de Şinasi hocamı anarak girdik Dong Huang mağarasına. Nasıl geçtiğini anlamadık vaktin. İki saat geçmiş hocam kusura bakmayın dedik vaktinizi aldık müsaadenizle öpmek isteriz ellerinizden. Mütebessim, uzattı yılların yoramadığı hamarat ellerini. Dudaklarımı zı değdirdik el üstü kıvrımlarına ve başımıza götürdük saygıyla. Serkan biraderim evdeki kedilerle ilgilendi biraz. Ayvalıkta Almanlara ait bir hayvan barınağında baş veteriner olarak çalışıyormuş. Bin tane köpeğimiz var dedi laf arasında.
“Hadi deniz kenarına gidelim” dedim “biraz talim yaparız.”. Aslında niyetim Ege denizi menzil rekorunu kırmak. Nedense birden Karadeniz menzil rekorunun bende olduğu aklıma geldi. Memlekette yollayıvermiştim okları denize, hamsiler destar bozmuştu ve Karadeniz Laz menzili rekoru benim olmuştu. Kimse ölçemeyeceği için de itiraz gelmemişti elbette. Gözümü diktim bu sefer Ege denizi efeler menziline. Serkan biraderime bizi Yunan adalarını göreceğimiz bir kıyıya götürür müsün diye ricada bulunduk. Aslında yürümeye mecali yok, belli ki çok halsiz ama o bizi sarımsaklı plajının arkasında güzel bir plaja götürmeye çalışıyor. Tövbe yarabbi Karadeniz’i, Marmara’sı ve şimdi de Angarası üstüne bir de Egelisi. Hiç mi sağlam birisi olmayacak içimizde. Uzaktan gösterdi Yunan adalarını, karşımızda da şeytan sofrası
-“Hoca şeytan sofrasına gittin mi?”
-“Yooo”
-“İyi, zaten bi şey yok. Teee o tepeyi gördün mü?
-“Eeeeee ?”
-“Hah işte o tepede”. Böylelikle kel kemankeş rehberlik hizmeti de verilmiş oldu. Sessiz adam Ali hoca. Demedi “başlarım şeytan sofrasına 15 km uzaktan görsem ne olur görmesem ne.”
“Mojno smotrit?”( seyretmek mümkün mü?)
Hayda bu da nerden çıktı. Döndüm 55 yaşlarında bir Rus. Sen de kimsin be kardeşim diye gittim yanına, Ukraynalıymış, yatla gezermiş yatı arızalandığı için limana çekmiş. Bizi görünce de yanımıza geldi. Belki yatta birileri daha vardır diye biraz ilgilendim. Ama oradan beklediğim gibi kimse çıkmayınca muhabbeti kesip menzil atmaya karar verdim.
“Yaaaaaaa Haaaaaaaaaaaaaaaak!!!!!! Kardak kayalıkları niyetine gönderdim önümüzdeki kayalıklara doğru oku. Tamam dedim “Ege efeler menzili rekoru” bende. Dur bakalım dedi “Ali hoca. Ben de atacağım”. İyi dedik. 1 attı, iki attı hoca devam ediyor. “Hayrola hoca?” “Ne yapayım hoşuma gitti”. “Hoca çoban oku bol bulunca dağa taşa atarmış, yeter desem de 3. Oku da denize fırlattı. “Metinanın okları nasıl olsa, omzu da sakat”. Bir tane İbrahim bir tane de Serkan biraderimiz gönderdi oklardan Egenin derinliklerine. Destarı burada bozsa bozsa çipura bozar dedik ama denizde kayıklardan başka bir şey kalmamış. Destar bozacak kimse olmadığı için oybirliği ile Serkan biraderimizi Ege Denizi Efeler menzili rekortmeni ilan ettik. Rekorun kaç metre olduğunu sormayın çünkü attığı okta temren yoktu. Şimdiden Yunanistan’ı bulmuştur ve nah egale edersiniz : ))))
-“Aloo nasılsınız arkadaşlar? Benim malzemeler sizdeydi değil mi?”
-“ Evet arabanın bagajında. Metin sen merak etme okları da bazukaya koymuştuk. İnşallah yolda düşmezler.” Nereden bilsin Metina oklarının denizde balık rolü oynamaya çalıştığını.
-“Hah ne yapacaksın şimdi Ali hoca?”
-“Bana ne. Ok yap yeniden”. Serkan biraderimiz canlandı biraz, ok attıkça kendine geldi. Arkadaşlar ne zaman isterseniz gelin diye sıkı sıkı tembih etti. İçimiz ayrılmak istemese de bizi candan karşılayan bu yakışıklı sporcu kardeşimizle vedalaşmak zorunda kaldık.
-“Hoca sen Truva’yı gördün mü?
-“Yooo”
“Ya hoca Allah’ını seversen sen evden çıkmadın mı hiç ya, hadi Truva’ya.” Kapıya kadar gittiğimizde akşam olmuştu. “Ya hoca aslında içerde bir şey yok Şileman zepemengi ne varsa kazı alanının ortadan yararak almış götürmüş. Hergeleci bir de karısın boynuna asıp resim çektirmiş. Bizde arkeolog bilinir bu mezar soyguncusu. Ama takdir etmek lazım ki deyyus 6 ayda Osmanlıcayı mektup yazacak kadar öğrenebilme yeteneği vardı. Bana da faydası oldu Rusça öğrenmeye başlarken “Ulan bu dürzü 6 ayda Osmanlıca öğrenebiliyorsa ben de Rusçayı 6 ayda öğrenirim” dedim ve 4 ayda 2.200 kelime ezberlemiştim ve dil kitabını bitirmiştim. Bu nedenle minnettarım bu hergeleye. Ama bu onun mezar soyguncusu olma özelliğini etkilemez.” Bu Şileman ……si hakkında bol uzun bibipli anlatımı ilk defa babasının ağzından böyle nezih kelimelerle duyan oğlum da şaşkınlık içersinde dinliyordu. Hocanın uyarılarına “ya Bırak hoca o artık büyüdü adam oldu bir yandan kulağı alışsın” diye iştahla anlatmaya devam ediyordum bol sinkafli tarih dersinde.
-“Hoca sen Fırınlanmış peynir tatlısı yedin mi?”
-“Yoooo. Ya bırak Allah’ını seversen fenalık geçireceğiz yemek yemekten.”
-“ Hoca bi tatman lazım babalığın peynir tatlısını.”
-“Höşmer yedik ya Susurluk ayranı ile beraber.
-“Ya ben kamyon çarpar diye bir şey anlamadım yediğimden. Peynir tatlısının burada fırınlanmışı var. Üzerine bir de dondurma koyduracaksın. Ama önce bir karnımızı doyuralım.”
-“ Hocam müsait bir yerde mola versek?”
-“ Ovada mı, şehir de mi?
-“Minaresi olsunda fark etmez..”
-“ Tamam, İbrahim vakit geldi anlaşılan. Hadi Ezine de yemek yiyelim.” 3 er porsiyon köfte nefis bir yoğurt eşliğinde çeşnicibaşıların midesine girince Ali hocanın gözü dönmeye başladı.
-“Başım dönüyor kel kemankeş.”
-“Alışkın değilsin yemeye ondandır hoca”
-“ Ya çok kaçırdık galiba. Bi daha bana yemek deme.”
-“Tamam, sadece tatlı”. Çanakkale merkezde bir tatlı molası iyi gider elbet kim dinler Ali Hocayı. Kurulduk babalık denilen tatlıcıya ama bizim babalık 4-5 tane olmuş.
-“Hayrola ucuz kloncu mu geldi? Bir tane babalık vardı 5 tane olmuş. Kim klonladı sizi”.
-“Aslı biziz abi”.
-“Hadi ya 20 sene önce ben burada askerken bir tane babalık vardı.”
-“Onlar sahte.”
-“Peki, hadi inanalım bari. Çek bir sade 3 dondurmalı”. Keşke köfteyi 3 porsiyon yemeseydik. Yoksa nefis peynir tatlısından bir porsiyon daha yiyebilirdik. Masadan zar zor kalkan Ali Hoca “Ben Şehitliğe de gitmedim” demez mi. Ver elini Şehitlik. Yorgunluk kendini hissettirmeye başlayınca mecburiyetten kısa kesilen panaromik kısa gezinin neticesinde yollandık dünyanın en güzel payitahtına. Uykulu gözlerle eve dönüş yolunda uyandırılan Ali Hoca sorduğum soruyu anlamaya çalışıyor ve gözleri yuvalarından fırlayarak feryadı basıyordu;
-“Yeter ulannnnn!!!!!!!!!!!!!!!!!! Başlatma şimdi Tekirdağ köftesine de Arnavut ciğerine de !!!!!!!!!!!!!!!”
Adnan Mehel Ağustos 2010