9 Aralık 2010 Perşembe

EDİRNE DE YAAA HAAAAKKKKK! SESLERİ



Türkiye’de bir şeyler oluyor,Okçuluk adına sevindirici gelişmeler. İlgi alaka çığ gibi büyüyor. Gün geçtikçe kabzadaş olmaya aday insanlar dünyanın her tarafından bize ulaşmaya çalışıyor. Antreman sahalarımız zaten yetersizdi, hepten sığamaz olduk. 6 ay önce 10 tane okçuyu yarışma için bile bir araya getirmek zorken 25 kişi ile antreman yaptığımız oluyor. Bize ulaşamayan arkadaşların olimpik, geleneksel ulaşabilecekleri kim varsa ulaşmaya çalıştıkları ve bu kültürü yaşatmak için ellerinden geleni yapmaya hazır olduklarını görmek bizleri bahtiyar ediyor.
Ankaralı kavsiler periyodik olarak en az 10 kişi olmak üzere yay yapmaya çalışıyorlar, Kavsi gurubunda Yaşar Metin hocanın nezaretinde dünyanın her tarafından yay meraklıları bilgi ve birikimini paylaşıyor.
Normal insanların ilgisi dışında akademik ilgi ve alakada da çok ciddi artışlar var. Fizik fakültesinden hocalarımız balık tutkalı üzerinde araştırmalar yaparken produksiyon firmaları telefonlarımızı daha sık çaldırıyor. Artık bu araştırmaların daha profosyonel olarak yapılması gerektiği düşüncemizi paylaşan çok değerli akademisyenlerimiz bizleri üniversitelerine davet ediyor.
İstanbul barosunun bir avukatı memleketin uzman tarihçileri huzurunda okçuluk kültürümüzü anlatıyor,ama daha da ilginci bir başka arkadaşımız güvenlik görevlisi olarak hizmet verdiği üniversitesinde bu kere yay ustası olarak seminer veriyor. Böyle bir güzellik nerede görülmüş?
İki hafta önce Aysel hocamızın davetine icabetle Haliç Üniversitesindeydik(22 kasım 2010). Geçtiğimiz hafta Marmara üniversitesinde Erhan Afyoncu hocamızın daveti ile savaş tarihi dersinde paylaşmaya çalıştık bildiklerimizi(30 Kasım 2010). Bu hafta pazartesi günü de (6 kasım2010) serhat şehrimiz kucak açtı okçulara. Bu sefer yalnız değildik hamdolsun Ali hocam ve Serhat biraderlerim yalnız bırakmadılar, kürsüyü Ercan kardeşimle beraber paylaştık.
Okçulara sadece üniversite değil gönüllerin kapısı açıktı Edirne’de. Ercan Özek kardeşim anlattı Türk yayının özelliklerini. Yaptığı yayları serdi masanın üstüne, malzemeleri yığdı, dokunduk, dokundular tarihe gençlerimiz akademisyenlerimiz. Çekemediğimiz kirişlerde tarihin gücünü hissettik. İşte bu üniversitede güvenlik görevlisi olarak çalışıyor Ercan biraderimiz. hem Ercan biraderimiz, hem bizi oraya davet eden başta Tilla Deniz Baykuzu hocamız olmak üzere Trakya Üniversitesi'nin akademisyenleri koskocaman bir alkışı hak etmiyorlar mı sizce?.ya Erhan Hocam, Ya Aysel hocam? Bu ne ruh güzelliğidir, ne mütevaziliktir, bu ne alınterine, emeğe saygıdır. Yaşar hocam öğrencilerinle ne kadar gururlansan yeridir.Edirneli kavsiler rahat uyuyabilirler dar-ı beka'da artık çünkü Edirne artık boynuz ve balık tutkalı kokuyor.Asa gezlerine çekiliyor yaylar yeniden ve eller tetikte mandal çözmek için sıra bekliyor Allah emeklerinizi zayi etmesin
Türkiyenin sayılı Hun tarihi uzmanlarının huzurunda binlerce yıl geriye gittik hep beraber. Çin kronikleri ok ucundan bakınca nasıl da farklılaşıyormuş meğerse ve ayrıntılar nasıl anlam kazanıyormuş, fark ettik. Alkışlarla indik bahçeye. Gençlerin Yaaa Haaakk!!!!!! Naralarını Bulgar sınır devriyesi duymuştur herhalde. Sonra Ercan kardeşimin yayını test ettik. En az yüz yıl sonra ilk defa Edirne gerçek bir yay gördü. Tekrardan oklar ıslıklandı Edirne semalarında. Kanat çırptı kültürümüzün ve tarihimizin nadide parçaları. Geçmişin ihtişamında uzak olsa da kirişler yeniden efelendi. Anlaşıldı durmaya hakkımız yok bizim. Bize gösterilen bu teveccühe layık olmak için araştırmaya devam etmeliyiz. Kitap okumaktan parmaklarımız nasır bağlamadıkça durmayacağız inşallah, dün Edirne'de yüzler yarın Altaylar'da, Beşparmaklar'da,Balkanlar'da, Sudak'ta Zigetvar'da Estergon'da binler mandal çözmedikçe, Çanakkale’de Allahüekber’de yüzbinler Yaaa Haakkkkk !!!!! diye kulak zarlarını patlatmadıkça durmayacağız. Üniversitelerde savaş tarihimiz ve silahlarımız ile ilgili kürsüler kurulmadıkça, tarihimizi araştıran arkeologlar yetişmedikçe ara vermeyeceğiz. Gerekirse onbinlerce ok göndereceğiz dört bir yana ancak, bu kere oklarımız tüm dünyaya dostluk mesajı götürecek, oklarımızla okuyacağız onları, arkadaşlığa davet edeceğiz, savaşların kan kusturan, sine paralayan zıpkınları, dostluk mesajı uçuracak her yere. Hadi gazamız mübarek, Allah yar ve yardımcımız olsun
Adnan MEHEL
İSTANBUL Aralık 2010

Not: Fotoğraflar fakirhanemizde.(facebook) Bizlere bu güzellikleri yaşattığınız için ; Sağ olasınız Aysel hocam, Erhan Hocam, Tilla Deniz hocam, sağ olasınız akademisyen arkadaşlar, gençler, Ercan, Ali , Serhat Bora ve siz tüm okçuluk sevdalıları, kabza daşlarım.

8 Aralık 2010 Çarşamba

SOLAKLAR OKLARI NASIL TAŞIRLAR?




Tarihine bizim kadar düşkün başka bir millet yoktur herhalde. Göz kamaştırıcı tarihimizin aslında son halkası olan Osmanlı dönemi ana hatlarıyla iyi biliniyor olmasına rağmen detay çalışmaların fazla olduğu söylenemez. Özellikle bizi ilgilendiren silahlar ve okçuluk konusu, çelik çomak olarak görüldüğünden midir nedir, inceleme sahasının dışında kalmıştır. Devasa bir arşiv, milyonlarca belge, müzelerdeki eserler, çizimler, resimler, minyatürler… Aslında kaynak açısından hiçbir sıkıntı olmamasına rağmen askeri kıyafetler konusunda elimizde doyurucu malumat yoktur mesela. Kaynakları şöyle bir tarayalım bakalım neler bulabileceğiz; Önce Solakların kim olduğuna kısa bir açıklama getirelim. Cesur, kuvvetli, boylu poslu yeniçerilerin en iyi kemankeşlerinden oluşan solaklar 60, 61, 62 ve 63. ortalara ait olup, padişahın yakın korumalarıdır. “Bunların kârı ok atmaktır ve darb delmektir ve bilmeyene talim ettirmektir” varak 90
Muharebe meydanında dört solakbaşı ile dört kethuda ve dört odabaşı hükümdarın atının yılarlarına ve padişahın eteklerine yapuşup, dörtyüz kemankeş yani okçu solak Padişahı her taraftan ihata eylerler ve hatta silahdar, çuhadar, rikapdar ve saire gibi hükümdarın en yakinlerini bile atının yanına sokmazlardı; solak muhafızların etrafında da yeniçeriler….
Allah rahmet eylesin İsmail Hakkı Uzunçarşılı hocamız devasa bir inceleme bırakmış arkasında. Hocamızın kapıkulu teşkilatı isimli eserinde konu ile ilgili kaynaklarda bulabileceğimiz en net bilgiyi alıntılayalım
solakların arkalarında tirkeş denilen ok çantaları ve bellerinde hançer ile birer eğri kılınçları vardı; bunlar tüfenk kullanmazlardı. "
Uzunçarşılı hocamız böyle söylemişse akan sular durur elbette. Ancak hocamızın Osmanlı tarihi konusundaki her detayı bilmesinin mümkün olmadığını da düşünmek gerekir. Eline ok ve yay almayan tarihçinin okçuluk konusunda yanlış değerlendirme yapması muhtemeldir ve üzerinde durduğumuz konu da teferruat kabilinden bir olay olup dikkat çekmemiş de olabilir. Bu nedenle hocamızı bu yargıya sevk eden bilgilere göz atmakta fayda var.
"Celal zade Nişancı Mustafa Tabakatülmemalik de ve Kanuni’nin Belgrad seferinde Solaklar hakkında şöyle diyor:..Bu kayıtlara göre Solaklar Kanuni’nin ilk zemanlarında üç yüz kadarmış. Başlarında Üsküf olup kaftanları beyaz, etekleri bellerine sokulmuş, ellerinde yay ve bellerinde okluk (tirkeş) varmış ve boylu boslu zırh gömlekli imişler.” Bu dipnota bakarak solakların tirkeşleri sırtında taşıdığını düşünmek yanlış olur. Bir başka dipnot daha var;
Thevernot eserinin Ellinci faslında Padişahın milisi isimli kısımda Solakların piyade olduklarını yazdıktan sonra elbiseleri hakkında şöyle diyor,” “Padişah şehirde dolaştığı zaman etrafında bulunurlar… Oklarının yayı kollarına takılır ve okla dolu tirkeşleri sağ omuzda olup, icap ederse heman ok atmağa hazırdırlar
Thevernot’un verdiği malumat şehir gezisi hakkında. Elbetteki şehir gezisi ile savaş
durumu farklı olacaktır. Dipnotlara bakarak Uzunçarşılı hocamızın “sırta asma” gibi algılanabilecek yargısına katılmak pek mümkün değil. Hocanın yazılı kaynaklara değil görsel malzemelere bakarak bu sonuca ulaştığını düşünebiliriz.
Hocamızın istifade ettiğini düşündüğümüz görsel malzemeler «Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı» isimli kitabındadır. Kitabın son bölümündeki çizimlerde 4 adet solak var. Resim 25’deki solak tirkeşi sol beline asmış, resim 27’de sırtında gibi, resim 28’de ok ve yay hiç yok, resim 29’ da tirkeşi sağ elinde tutuyor. 1984 baskısı kitaptaki çizimler Avrupalı ressamların eserleri.
Aynı kitabın 199. sayfasında hocamızın Eski Türk Kıyafetleri isimli bir kitaptan daha istifade ettiğini görüyoruz. Muharrem Fevzi Togay’ın tercüme ettiği kitabın aslında Thomas mc Lean’ ın "The Military Costume of Turkey" isimli eseri olduğunu ve çizimler için William Wittman ile Otto Magnus von Stackeleberg'in gravürlerinin bazılarından yararlanıldığını internet üzerinden öğreniyor, gene internet üzerinden bulduğumuz resimlere bakarak bu kitaptan da bir sonuca ulaşamıyoruz.
Uzunçarşılı’nın dayandığı kaynaklardan bir tanesi kendi özel arşivindeki nüshasından istifade ettiğini söylediği «Kavanini Yeniçeriyan»dır. Kapıkulu Ocakları 1. Cilt S.221 de varak 90 da rikap solaklarının ok ve yaylarının çekili olduğuna dair bir malumat vermişse de başkaca bilgiye rastlanmıyor. Yetersiz bir malumat gibi görünmesine rağmen solakların yakın koruma olduklarını düşündüğümüzde bugün nasıl üst düzey devlet yetkililerinin korumasında korumalar mermi namluda, eller tetikte etrafı kolluyor iseler; solakların da padişah ile birlikte buna benzer bir pozisyonda şehirde dolaştıklarını, anlayabiliyoruz. Kavanini Yeniçeriyan ile ilgili internette bir kanunnameden çok nasihatname olduğu yolunda bilgiler varsa da konumuzun dışında olduğu için detaya girmiyoruz. Ama bu kısa malumat Kavanini Yeniçeriyan’da istediğimiz gibi bir bilgi olmayacağını bize gösteriyor. İnşallah birileri bu eseri bulup okuyabilir ve bizi de bilgilendirir. Ama sırta asma gibi bir durum olsa Uzunçarşılı muhakkak alıntı yapardı diye tahminle yetinmek zorunda kalıyoruz.

Konu ile ilgili olabileceğini düşündüğümüz Kritovulos’un İstanbul’un Fethi, (çev. Karolidi ,Kaknüs Yay . İstanbul 2007 2. Baskı) , Yorgios Sfrancis’in Anıları (çev. Levent Kayapınar, Kitabevi Yay. III. Baskı, İstanbul 2009 ) ve Bir Yeniçerinin Hatıratı , (Çev. Kemal Beydilli. Tatav Yay. İstanbul 2003) kitaplarında da konu ile ilgili bir malumata rastlayamadık. Busbecq’in anılarında yeniçeri kıyafetleri ile ilgili biraz malumat varsa da bu konu ile ilgili bir şey bulunmamaktadır. Reşat Ekrem Koçu‘nun «Yeniçeriler» kitabına görsel malzemeleri değerlendirdikten sonra bakmakta fayda var. Çoğunluğu Avrupa kaynaklı gravür ve tasvirlerin kemankeşleri görmeden ressamın muhayyilesinde canlandırdığı şekliyle çizildiğini düşünmeniz için birkaç resme bakmanız yeterlidir. Kıyafetlerin direk görgü ve bilgiye dayalı olmadığı anlaşılabilmektedir. Veya sıklıkla yapıldığı gibi ressam resmi taslak olarak yapmakta, sonra tamamlamaktadır. Bazen aylar sonra yapılan bu tamamlamalarda hataların olması kaçınılmazdır. O nedenle Avrupalı sanatkârların fırçasında tirkeş kâh sırta gider, kâh elde olur, kâh belde olur, kâh omza asılır. Bu resimlere bakarak bir sonuca ulaşmak da bizi yanıltabilir. Reşat Ekrem Koçu‘nun kitabında bir yeniçeri sırta asmış gibi görünse de çizer Sabiha Bozcalı hanımefendinin bu bilgiyi nereden aldığı kitapta verilmez. Üstelik hemen yanındaki yeniçerinin elindeki kılıç çizimi ressamın bu konu ile ilgili bilgisini büsbütün şüpheli hale getirmektedir.
Aslında en net çizimler İtalyan ressam Giovanni Jean Brindesi ‘nin resimleridir. O çizimlerin de Sultan ahmetteki (Elbise-i Atika) Yeniçeri müzesinde bulunan kıyafetlere bakılarak çizildiği bilinmektedir. İsmine bakarak buranın bir kostüm müzesi olduğu anlaşılmak tadır. Müze olduğuna göre o zaman çizimler doğrudur diye düşünebiliriz elbette. Ancak hem Brindesi’nin çizimlerinde tirkeş bulunmaz, hem de bakın bu konuda Reşat Ekrem Koçu ne diyor;
YENİÇERİ KIYAFETİ
Milli kütüphanemizde Yeniçeriler üzerine, garp memleketlerindeki askeri kıyafetnameler ayarında, kesin ve doğru bir kıyafet albümü yoktur. Cevat Paşa ’nın
«Tarihi Askerii Osmanî » ve Mahmut Şevket Paşa’nın «Osmanlı Teşkilat ve Kıyafeti Askeriyesi» adındaki eserleri ve batılı müelliflerle ressamlar tarafından Türk kıyafetleri üzerine, bu arada yeniçeriler üzerine çizilmiş resimler, yazı ile tarifler tatmin edici değildir. Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın «Kapıkulu Ocakları» adındaki eserinin birinci cildinde yeniçerilerin kıyafetlerine tahsis edilmiş olan «Yeniçerilerin Börk ve Elbiseleri» ve «Yeniçerilerin Çamaşır ve Çuhaları» başlıklı fasılları okuyup Yeniçeri resimleri çizmek zannederim ki mümkün değildir. Bu azametli eserin sonuna eklenmiş resimler de asla tatmin edici değildir.” Kapıkulu Ocaklarının 2. Cildinin sonundaki resimlerin de gene Avrupalılarca çizilmiş resimler olduğunu ve ne solak ne de tirkeş resmi bulunduğunu belirtelim. Ve kulağımızı gene üstada verelim bakalım üstat «Elbisei Atika» konusunda ne diyor;
“İkinci Abdülhamit devri sonlarında İstanbul’da Sultan- ahmette bir «Yeniçeri Kıyafethanesi » açılmışdı. Yüze yakın manken yapılmış ve bu mankenlere batı gravürle rinden ve Türk minyatürlerinden toplanan bilgi ve es vaplar giydirilmiş, askeri müzeden alınan bazı silahlar ile techiz edilmişlerdi. Müessese zaman ile inkişaf ede cek, mankenler güzelleşecek, kıyafetler tam doğruluğa doğru düzeltilecek yerde kapandı.”
Kapanmasa şaşardık zaten. Demek ki bizim Elbisei Atika müzesi dediğimiz ve çok güvendiğimiz yer de aslında bir replika müzesinden başka bir şey değilmiş ve kaynak olarak da gene Avrupalı ressamların eserleri kullanılmış.
Yazılı kaynakların kısıtlı imkânları bir sonuca gitmemizi engelliyor. Ama elimizde bize ait ve uzmanlarınca ‘ne gördülerse onu çizerler’ dedikleri minyatürler var. Minyatürlerdeki solak figürleri incelendiğinde aslında hiçbirinde sadak da bulunmadığını fark ediyoruz. Daha önce hiç düşünmediği miz bu olay ‘solakların yakın koruma olmaları ve her zaman yaylarının kasılı, atışa hazır vaziyette elde tutma zorunluluğu, ayrıca kaftanlarının uzun eteklerini kemerlerine sıkıştırdıklarında sadak takmanın zor olması’ gibi sebeplere bağlanabilir. Birçoğunda ok ve tirkeş de görünmüyor. Hünername’ deki minyatürleri incelediğinizde okların yelek kısımlarının arkala rında görüldüğü minyatürlerde de tirkeşin belde mi yoksa sırtta mı olduğu konusunda tereddüt doğmaktadır. Çünkü okların pozisyonları omuz üzerinden almaya müsait değil gibi, ayrıca ne tirkeşin ucu ön taraftan görünüyor ne de omuzda askı kayışı var. Bazı minyatürlerde de tirkeşi veya ok demetini ellerinde tutuyorlar ve minyatürlerde genelde tirkeş net olarak görünmüyor.
Dikkatlice bakıldığında aslında solakların üzerinde beldeki kuşaktan başka bir şeyler asılabilecek hiçbir şeyin olmadığı ve buna asılı bir kılıcın olduğu fark edilmektedir. Ama aradığımız sorunun cevabını Süleymanname’deki minyatürleri dikkatlice incelediğimizde buluyoruz. Buradaki savaş konulu minyatürlere bakıldığında belli belirsiz okların yassı ve küçük bir kubur içersinde kuşağa sokulu olduğunu, bunun sağ veya sol tarafta gezleri bazen öne, bazen arkaya gelecek şekilde takıldığını, bazen ellerinde tuttuklarını, bazen omuzlarına koyduklarını görüyoruz. (Ancak kesin bir kanaat oluşturacak veriye rastlayamadığımız halde, gezlerin modern okçulukta olduğu gibi ön tarafta olduğunu gösteren gravürlerin hatalı olduğunu düşünmekteyiz. çünkü minyatürlerde bu tarzı destekleyen bir çizime rastlayamadık).Ve bu durum Avrupalı ressamların çok farklı şekiller çizmesini de açıklığa kavuşturmuş oluyor. Uzunçarşılı’nın tirkeşin “arkada” taşındığı bilgisi sırta asılı olması manasına alınmaması gerektiğini gösteriyor. Osmanlıda Kuşağa sokulu vaziyette ok taşıma âdeti var mı acaba diye araştırdığımızda Thomas Artus’un «silahdar aga» diye isimlen dirilen gravürü ile , «Şatır» isimli gravür bize tam manası ile bir sonuca ulaşma imkânı sağlamaktadır. Çizimdeki detayın netliği “arkada” tabirine de açıklık kazandırmaktadır ve niye okların omuz hizasında göründüğünü de anlamamıza imkân sağlamak tadır. Taşıdıkları okların miktarı ile ilgili kesin olarak bir sayı vermek mümkün olmamakla beraber bellerindeki okların en fazla iki düzine kadar olabileceğini tahmin edebiliyoruz. Elbetteki bu sayının savaş zamanında farklı olması gerekmektedir.
Neticeten solakların bir tutam oku tirkeşle bele veya omza asmak yerine atışa her an hazır şekilde kasılı yayları ile birlikte, yassı bir kubur içinde elde tuttukları, bazen de bellerindeki kuşağın içine soktukları sonucuna ulaşıyoruz.
Mustafa Adnan Mehel, İstanbul. Kasım 2010

Kaynakça

-Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Kapıkulu Ocakları I.cilt,Türk Tarih Kurumu basımevi,Ankara,1984
- Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu
basımevi, Ankara,1984,
- Koçu, Reşat Ekrem, Yeniçeriler, Koçu Yayınları İstanbul 1964,
- Hünername Minyatürleri ve Sanatçıları. Yapı Kredi Yay.. İstanbul, 1969
- Busbecq,Ogier Ghiselin De, Türkiye’yi Böyle Gördüm,Elips Kitap,Ankara 2004
- Kritovulos’un İstanbul’un Fethi, Çev. Karolidi, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2007 2. Baskı
- Yorgios Sfrancis’in Anıları, Çev. Levent Kayapınar, Kitabevi Yay. III. Baskı, İstanbul 2009
- Bir Yeniçerinin Hatıratı, çev. Kemal Beydilli. Tatav Yay. İstanbul 2003
- Gravürlerle Türkiye, Kültür Bakanlığı yay. Ankara 2002
not: Dipnotları nasıl yerleştireceğimi bilemediğim için metne işleyemedim. okurlardan özür dilerim.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

KAZ DAĞLARI


Yaklaşık iki ay önce Havran’a davet geldiğinde ilk aklıma gelenleri ve devamında gelişen olayları burada yazmanın bir manası yok. Uzun zamandır orada yarışma düzenlemek için hazırlanıldığını biliyorduk. Gitsek mi gitmesek mi tereddüdü ve tartışmalarını her zaman yaptığımız gibi istişare, yani ortak akıl ile çözdük ve davete icabet etmemiz gerektiğine karar verdik. Havran kaymakamlığı davetiyelerimizi göndermiş ve otelde ismimize yerlerimiz ayarlanmıştı.
Tahmin ettiğimiz gibi yurt dışından fazla bir katılım sağlanamamıştı.. Üzüldük. Keşke daha fazla katılım olsaydı. Bir problem çıkacak endişesi ile biraz gönülsüz çıktığımız yolculuğumuz 16.00 sularında İstanbul’dan başladı. İlk aksilik feribot iskelesinde bir buçuk saat bekleme zorunluluğuydu. Oturduk çay içelim dedik, boş masa yok. Olgunca bir hanımefendiden izin alarak masasına iliştik. Boğaziçi’nde emekli tarih profesörüymüş. Masa sahibimiz ile uzunca bir Orta Asya ve tarih seyahatimiz karşılıklı kartvizit teatisi ile neticelendi.
Uzunca zamandır denizde fındık kabuğu rolü yapan feribot görmemiştim. Biraz tırsmadık desem yalan olur. Eski hocalığımızı hatırlayıp aklımda kalan ezberleri de tekrarlama imkânı buldum bu sayede. Kazasız belasız topçular iskelesine ulaştığımızda aksilikler birbiri ardına devam etti. Yol yapımı nedeniyle daralan trafik, ağır trafik nedeniyle arabanın su koyuvermesi, düze çıkınca bastıran sağanak yağmur vs.
-“ Ya Metin bu araba rampada çuvalladı “kullanma kılavuzuna bakın” yazıyo ne yapacaz? ”
–“Önemli değil biraz dinlenip devam edin.” Var bunda bir hayır. Bu kadar aksilik pek hayra alamet değil gibi ama..
-“Hocam Eskişehir’de hızlı trenden indim ne yapayım?”
-“İbrahim oradan otobüslerle Bursa veya Balıkesir’e geç”
İbrahim en son öğrencilerimizden. Hem kabiliyetli hem çelebi. Çelebi okçular kervanına bir arkadaşımız daha katıldı. Bekleyelim bari İbrahim’i dedik. 21.15 de Bursa’da olacakmış ve direksiyonu Bursa’ya kırdık. Metina çoktan bandırmaya ulaşmış protokol yemeğine yetişelim diye bizi sıkıştırıyor ama İbrahim nasıl gelecek. Zaten sabahtan beri Ankara’dan Bursa’ya gelene kadar göbeği çatladı garibin. Hadi bir tanesini anlatayım dolmuşa para ödemeyi unutmuş bir saat dolmuşu aramış Ankara’da iyi mi? Tövbe yarabbi yeni gelenlerinde tahtası eksik eskiler gibi. Tepehan biraderimizle buluşma ve orijinal mekânında İskender keyfi olmalı dedik.
-“Ali hoca sen Orijinal yerinde İskender yedin mi?”
-“Yooo”
-“İyi ben de uzun zamandır yemedim .”Unutmuşuz adresi. Heykelin yanı dediler. Biz de bulduğumuz ilk heykelde durduk. Başka heykelmiş Tepehan bizi buldu da Bursa’da kaybolmaktan kurtulduk. Yoksa yarışmaya giderken boğazı yüzünden yol kaybeden kemankeş gibi garip bir ünvanımız olacaktı. Yemek biter bitmez telefon;
-“Alo hocam ben geldim ama az biraz işim var.”
-“Tamam, İbrahim” dedim gülümseyerek. Alınmayalım diye mescide gittiğini saklıyor.
-“ Ya Ali hoca aramızda ağzı dualı birisinin olması iyidir içimde bir sıkıntı var inşallah sağ salim varırız. Bu kadar aksilik pek normal değil ” Aklıma yolda olduğunu bildiğim arkadaşlar geldi onları da arıyorum bir yaramazlık olmasın diye çaktırmamaya gayret ederek huzursuzluğumu.

-“Mayolarınızı aldınız mı? En fazla öğlene kadar sinirlerimizin dayanabileceğini düşünüyorum. ”
“Terliklerimi bile aldım baba.” Diye gülümsedi çekik gözlü muzip oğlum. “ parfümü ve deodorantı da unutmamış kerkenez. Eeee 17 yaşında, ama kaz dağlarında kimi görecek ki. Yoksa kaz dağlarını kız dağları mı anladı ne.??!!
-“ Ayıbettin” dedi Ali hoca, “termal otel olduğuna göre kese ve ilif de lazım olur, kşam hamama gideriz. İbrahim’i aldıktan sonra istikameti Bandırmaya yönelttik. “Metina omzunu sakatlamış” dedi Ali hoca “ok atamayacakmış”. “Ulan durup dururken omuz sakatlanır mı? Bunda bir iş var geri dönmemiz icap ediyorsa buradan dönelim. Boşuna yorulmamış oluruz. Nasıl olsa problem çıkacak ”
Ertesi gün öğrendik “Metin atarsa ben ve ekibim çekiliriz” diye organizatörlerin uyarıldığını ve Metinin anında Organizasyona zarar gelmesin diye omzum sakatlandı masalını uydurduğunu. Bizim geri dönmemizden korktuğu için bu konuşmayı bize aksettirmemiş elbette. İçimdeki sıkıntı devam ediyor var hoca bunda bir hayır deyip yoldaki arkadaşları arıyor ve arabayı kontrollü sürüyorum.
-"Yavuzum iyisiniz değil mi? Yıldırım abi ne halde? İyi Şükrü ile hanımına da selam söyle" Metini Bandırma’dan aldıktan sonra 03.00 gibi intikal ettik sporcuların bulunduğu otele. Yatarken yoldaki arkadaşları son bir kere aradım burada su yok yoldan bize de su alın bahanesi ile. Yaklaşmışlardı ve artık merak etmeye gerek yoktu. Yarışmayacağı halde Metina uyandırdı bizleri “hadi geç kalmayalım” diye. Aslında uyumamıza izin verdiği de söylenemez ya. Kahvaltı salonunda yurt dışından gelen arkadaşlarla sohbet ettik biraz. Kahvaltıdan sonra alana intikal ettik. Oklarımız ve yaylarımızı kuşandık. Meydan Şeyhine yaklaşıp “yardımcı olabileceğimiz bir şey var mı?” diye sordum.” Hayır, Mehel sağol” dedi. Peşinden “neden geleceğinizi haber vermediniz?” “Nasıl bildirmedik. Olur mu, gelecek kişiler ismen bildirildi öyle değil mi Sami abi?” Buraya kadar her şey normal gibiydi hatta Ali hoca ısınmaya bile başladı. Arkadaşlarla ilgilenmek üzere ayrıldım sonra aramızda yeniler olduğu için tekrar gelip isim yazdırmaya veya herhangi bir şeye gerek var mı diye sordum.
-“Hayır, gerek yok çünkü siz yarışmaya katılmıyorsunuz.” Yüzündeki kararlı ifadeyi gördükten sonra neden? Sorusu bile sormadan ayrıldım. Bizim için tanıdık olan bu ifadenin değişmeyeceğini bildiğim için hiç itiraz etmedim, “niçin?” diye sorma gereği bile duymadım. Bu arada bir önceki sorunun genel mahiyeti de anlaşılmıştı. Bir ay önceden davetiye gönderilmiş, adımıza otelde rezervasyon yapılmış, Mümin ve Tuncer protokol yemeğine bile katılmış. Kurt kuzuyu yemeyi kafasına koymuş hikâyesi “geleceğinizi niye bildirmediniz” de işin bahanesi. Arkadaşların yanına gittim ne yapacağımıza dair istişare yapalım dedik. Bin bir türlü protesto varyasyonu düşünülebilinirdi. Ama bize yakışanın kimsenin ağzının tadını bozmadan ve yarışmaya gölge düşürmeden sessizce çekilip gitmek olduğuna karar verdik. Süleyman Cem hocaya bakkam ve huş sözüm vardı. Bulunduğu standa gidip konuşmasının en heyecanlı yerinde ki okların çam ağacından yapıldığını anlatıyordu “ kim demiş, ok için en iyisi huş ağacıdır” diye takıldım. Yüzü birden asıldı ama elimde huş çıtaları ile benim olduğumu fark edince “vay getirdin mi Adnan hocam çok teşekkür ederim” diye gülmeye başladı. Bakkam parçasını ve huşları verdim.
-“Hocam size başarılar” dedim.”
-“Hayırdır?”
-“Şeyh-i meydan katılmamıza izin vermedi” . Yüzü allak bullak.
“O kadar uzak yoldan geldiniz neden katılmayacakmışsınız” dedi. Gülümsedim;
-“Önemli değil hocam ben neden diye sormadım bile, tartışmaya gerek yok ama burada bulunmamız anlamsız, kimseyi rahatsız etmeden biz geri dönüyoruz, bari yabancı misafirlere ayıp olmasın” dedim.. Beklenmedik bir durumdu, ne diyebilirdi ki. Belli ki üzgündü, ama ne yalan söyleyeyim ben rahatladım. Metina’nın çelebiliği yüzünden beraber geldiğimiz arkadaş atamayacak ama biz atacaktık yani hem arkadaşımızı satmış gibi olacaktık hem de yarışma esnasında yaşanacak bir tatsızlık daha kötü neticeler verecekti. Davete uyduk geldik, katılamazsınız dediler döndük.. Kaymakam beye kısaca durumu özetleyip ayrılma kararı aldığımızı söyledik. Ev sahibi olarak özür dilediği- ni bildirdi ve bizzat makam arabasını tahsis edip otele kadar bizi gönderdi, sağ olsun.
-“Ben size demedim mi yarıştırmaz bizi.”
-“Ali hoca senin atışlarından korktu galiba”
-“Yok ya ne atışı kemankeş tişörtlerinden rahatsız olmuştur.”
Şakalar sataşmalar havuzda devam etti. Dünya yakışıklısı Mümin ve Tuncer kardeşlerimizi görememiştik uzun zaman. Gencecik insanların bile yüzlerinde en ufak bir teessür yok ve müthiş olgunluk.. “Abi özlemiştik zaten birbirimizi kim bilir bir daha ne zaman bir araya geliriz. Biraz dinlenip geri döneriz.” Biz üzerimize düşeni ve bize yakışanı yaptık. Meydan şeyhi kendine bu hareketi yakıştırıyorsa diyecek bir şey yok. Bu arada kafanıza takmayın diye arayan arkadaşlar oldu. Özellikle Mert biraderimi zikretmek lazım. Akşam öğrendik ki yarışma esnasında yapılan işin sportmenliğe aykırı olduğunu söyleyen arkadaşlarımız da olmuş, bereket yarışmayı terk etmemişler. Can dostlarımız sağ olsunlar ama biz üzgün değil neşeliydik. O ana kadar içimde olan huzursuzluk gitmiş, rahatlamıştım. Havuzda çocuklar gibi oynayarak ve yorgunluğumuz geçmediği için uyuyarak günü geçirdik. Gene ortak akılla aldığımız kararla ortalıkta hiç görülmeden ertesi sabah ayrılmayı kararlaştırdık. Yanlış anlaşılma olmasın utandığımızdan veya mahcup olduğumuzdan değil turnuva için buraya gelmiş arkadaşların keyfini kaçıran bu olaydan dolayı ortada dolanıp gözlerine gözüküp de bu tatsız olayı hatırlatmak istemedik. Neticede utanması gereken bizler değildik. Ama arkadaşlar bırakmıyorlar ki. Metina döndü ben grubu temsilen arkadaşlarla biraz sohbet ettim.
Ertesi sabah Rahmetli Prof. Şinasi Tekin Hocamızın Muhterem eşleri Gönül Tekin hocamızı ziyaret etmek üzere otelden kahvaltı bile yapmadan ayrıldık. Serkan biraderimiz bekliyordu bizi Cunda adasının merkezinde.
- “Hah bak Ali hocam burada sakızlı dondurma ve ayvalık tostu deneyebiliriz”.
-“Yahu kel kemankeş sen boğazından başka bir şey düşünmez misin?”
-“Öyle deme Ali hoca Şafak biraderimin yokluğunu hissettirmemek gibi bir sorumluluk taşıyorum. Birazdan Serkan biraderim gözüktü. Ben ızbandut gibi bir kemankeş beklerken omuzlar sarkmış yürümekte zorlanan yengeç gibi bir kemankeş gözükmez mi.. Yapılı kolları ve omuzlarına bakarak
-“Hayrola Serkan biraderim bir şey mi oldu”
–“Hocam sorma 2 gündür yorgan döşek yatıyorum. Bademcik sorunum var.” Bir bademcik aslan gibi bir adamı böyle kediye çevirsin olacak iş değil. Allah şifalar versin diye başladık sohbete. Aslında ilk defa görüşüyorduk yüz yüze. Kırk yıllık ahbap gibi şaka şamata yollandık Gönül hocamızın evine. Kediler basmış her tarafı ve baştan haber yollamıştı zaten hocamız, kusura kalmasınlar diye. Mütebessim yüzüyle ve yaşından beklenmeyen enerjisiyle karşıladı bizi. Döndü dolaştı sohbet Şinasi hocamıza geldi. Kendisi de bir derya aslında “keşke ben rahmetli olsaydım onun yerine o bambaşka bir alimdi” diye iç geçirdi. Affetsin beni,İsmini sormaya vakit bulamadım bir hocamızı daha davet etmiş görüşmeye. Serkan biraderim telhisi getirmiş yanında, onu incelediler heyecanla. “300 sayfaymış az da değil” diye iç geçirdiler. Yardımcı olmaktı aslında kemankeşlere niyetleri ama onların çalışmasına 300 sayfalık bir kitapla engel olamazdık, “hocam başladı arkadaşlarımız sadeleştirmeye “diye yalan söyledik. Ama risale-i Bahtiyarzade var düşünürseniz. “Hah tamam” deyip kopyasını bizzat kendileri almaya söz verdiler. Aslında yalan değilmiş sonradan öğrendik ki Prof.Kemal Yavuz hocamız Telhisi çoktan çevirmiş baskı için beklemekteymiş. Bir ara fırsat bulup “Biz kemankeşler…” diye başladım anlatmaya. Kâh at üstüne biner gibi, kâh yatakta yatar gibi anlattıkça anlattım bildiklerimizi. Hocamız sorular sordu açıkladım dilim döndüğünce. Bazen aldı sazı eline Türkoloji’nin ve edebiyatın derinliklerinde gezdirdi bizi. Bazen de Şinasi hocamı anarak girdik Dong Huang mağarasına. Nasıl geçtiğini anlamadık vaktin. İki saat geçmiş hocam kusura bakmayın dedik vaktinizi aldık müsaadenizle öpmek isteriz ellerinizden. Mütebessim, uzattı yılların yoramadığı hamarat ellerini. Dudaklarımı zı değdirdik el üstü kıvrımlarına ve başımıza götürdük saygıyla. Serkan biraderim evdeki kedilerle ilgilendi biraz. Ayvalıkta Almanlara ait bir hayvan barınağında baş veteriner olarak çalışıyormuş. Bin tane köpeğimiz var dedi laf arasında.
“Hadi deniz kenarına gidelim” dedim “biraz talim yaparız.”. Aslında niyetim Ege denizi menzil rekorunu kırmak. Nedense birden Karadeniz menzil rekorunun bende olduğu aklıma geldi. Memlekette yollayıvermiştim okları denize, hamsiler destar bozmuştu ve Karadeniz Laz menzili rekoru benim olmuştu. Kimse ölçemeyeceği için de itiraz gelmemişti elbette. Gözümü diktim bu sefer Ege denizi efeler menziline. Serkan biraderime bizi Yunan adalarını göreceğimiz bir kıyıya götürür müsün diye ricada bulunduk. Aslında yürümeye mecali yok, belli ki çok halsiz ama o bizi sarımsaklı plajının arkasında güzel bir plaja götürmeye çalışıyor. Tövbe yarabbi Karadeniz’i, Marmara’sı ve şimdi de Angarası üstüne bir de Egelisi. Hiç mi sağlam birisi olmayacak içimizde. Uzaktan gösterdi Yunan adalarını, karşımızda da şeytan sofrası
-“Hoca şeytan sofrasına gittin mi?”
-“Yooo”
-“İyi, zaten bi şey yok. Teee o tepeyi gördün mü?
-“Eeeeee ?”
-“Hah işte o tepede”. Böylelikle kel kemankeş rehberlik hizmeti de verilmiş oldu. Sessiz adam Ali hoca. Demedi “başlarım şeytan sofrasına 15 km uzaktan görsem ne olur görmesem ne.”
“Mojno smotrit?”( seyretmek mümkün mü?)
Hayda bu da nerden çıktı. Döndüm 55 yaşlarında bir Rus. Sen de kimsin be kardeşim diye gittim yanına, Ukraynalıymış, yatla gezermiş yatı arızalandığı için limana çekmiş. Bizi görünce de yanımıza geldi. Belki yatta birileri daha vardır diye biraz ilgilendim. Ama oradan beklediğim gibi kimse çıkmayınca muhabbeti kesip menzil atmaya karar verdim.
“Yaaaaaaa Haaaaaaaaaaaaaaaak!!!!!! Kardak kayalıkları niyetine gönderdim önümüzdeki kayalıklara doğru oku. Tamam dedim “Ege efeler menzili rekoru” bende. Dur bakalım dedi “Ali hoca. Ben de atacağım”. İyi dedik. 1 attı, iki attı hoca devam ediyor. “Hayrola hoca?” “Ne yapayım hoşuma gitti”. “Hoca çoban oku bol bulunca dağa taşa atarmış, yeter desem de 3. Oku da denize fırlattı. “Metinanın okları nasıl olsa, omzu da sakat”. Bir tane İbrahim bir tane de Serkan biraderimiz gönderdi oklardan Egenin derinliklerine. Destarı burada bozsa bozsa çipura bozar dedik ama denizde kayıklardan başka bir şey kalmamış. Destar bozacak kimse olmadığı için oybirliği ile Serkan biraderimizi Ege Denizi Efeler menzili rekortmeni ilan ettik. Rekorun kaç metre olduğunu sormayın çünkü attığı okta temren yoktu. Şimdiden Yunanistan’ı bulmuştur ve nah egale edersiniz : ))))
-“Aloo nasılsınız arkadaşlar? Benim malzemeler sizdeydi değil mi?”
-“ Evet arabanın bagajında. Metin sen merak etme okları da bazukaya koymuştuk. İnşallah yolda düşmezler.” Nereden bilsin Metina oklarının denizde balık rolü oynamaya çalıştığını.
-“Hah ne yapacaksın şimdi Ali hoca?”
-“Bana ne. Ok yap yeniden”. Serkan biraderimiz canlandı biraz, ok attıkça kendine geldi. Arkadaşlar ne zaman isterseniz gelin diye sıkı sıkı tembih etti. İçimiz ayrılmak istemese de bizi candan karşılayan bu yakışıklı sporcu kardeşimizle vedalaşmak zorunda kaldık.
-“Hoca sen Truva’yı gördün mü?
-“Yooo”
“Ya hoca Allah’ını seversen sen evden çıkmadın mı hiç ya, hadi Truva’ya.” Kapıya kadar gittiğimizde akşam olmuştu. “Ya hoca aslında içerde bir şey yok Şileman zepemengi ne varsa kazı alanının ortadan yararak almış götürmüş. Hergeleci bir de karısın boynuna asıp resim çektirmiş. Bizde arkeolog bilinir bu mezar soyguncusu. Ama takdir etmek lazım ki deyyus 6 ayda Osmanlıcayı mektup yazacak kadar öğrenebilme yeteneği vardı. Bana da faydası oldu Rusça öğrenmeye başlarken “Ulan bu dürzü 6 ayda Osmanlıca öğrenebiliyorsa ben de Rusçayı 6 ayda öğrenirim” dedim ve 4 ayda 2.200 kelime ezberlemiştim ve dil kitabını bitirmiştim. Bu nedenle minnettarım bu hergeleye. Ama bu onun mezar soyguncusu olma özelliğini etkilemez.” Bu Şileman ……si hakkında bol uzun bibipli anlatımı ilk defa babasının ağzından böyle nezih kelimelerle duyan oğlum da şaşkınlık içersinde dinliyordu. Hocanın uyarılarına “ya Bırak hoca o artık büyüdü adam oldu bir yandan kulağı alışsın” diye iştahla anlatmaya devam ediyordum bol sinkafli tarih dersinde.
-“Hoca sen Fırınlanmış peynir tatlısı yedin mi?”
-“Yoooo. Ya bırak Allah’ını seversen fenalık geçireceğiz yemek yemekten.”
-“ Hoca bi tatman lazım babalığın peynir tatlısını.”
-“Höşmer yedik ya Susurluk ayranı ile beraber.
-“Ya ben kamyon çarpar diye bir şey anlamadım yediğimden. Peynir tatlısının burada fırınlanmışı var. Üzerine bir de dondurma koyduracaksın. Ama önce bir karnımızı doyuralım.”
-“ Hocam müsait bir yerde mola versek?”
-“ Ovada mı, şehir de mi?
-“Minaresi olsunda fark etmez..”
-“ Tamam, İbrahim vakit geldi anlaşılan. Hadi Ezine de yemek yiyelim.” 3 er porsiyon köfte nefis bir yoğurt eşliğinde çeşnicibaşıların midesine girince Ali hocanın gözü dönmeye başladı.
-“Başım dönüyor kel kemankeş.”
-“Alışkın değilsin yemeye ondandır hoca”
-“ Ya çok kaçırdık galiba. Bi daha bana yemek deme.”
-“Tamam, sadece tatlı”. Çanakkale merkezde bir tatlı molası iyi gider elbet kim dinler Ali Hocayı. Kurulduk babalık denilen tatlıcıya ama bizim babalık 4-5 tane olmuş.
-“Hayrola ucuz kloncu mu geldi? Bir tane babalık vardı 5 tane olmuş. Kim klonladı sizi”.
-“Aslı biziz abi”.
-“Hadi ya 20 sene önce ben burada askerken bir tane babalık vardı.”
-“Onlar sahte.”
-“Peki, hadi inanalım bari. Çek bir sade 3 dondurmalı”. Keşke köfteyi 3 porsiyon yemeseydik. Yoksa nefis peynir tatlısından bir porsiyon daha yiyebilirdik. Masadan zar zor kalkan Ali Hoca “Ben Şehitliğe de gitmedim” demez mi. Ver elini Şehitlik. Yorgunluk kendini hissettirmeye başlayınca mecburiyetten kısa kesilen panaromik kısa gezinin neticesinde yollandık dünyanın en güzel payitahtına. Uykulu gözlerle eve dönüş yolunda uyandırılan Ali Hoca sorduğum soruyu anlamaya çalışıyor ve gözleri yuvalarından fırlayarak feryadı basıyordu;
-“Yeter ulannnnn!!!!!!!!!!!!!!!!!! Başlatma şimdi Tekirdağ köftesine de Arnavut ciğerine de !!!!!!!!!!!!!!!”
Adnan Mehel Ağustos 2010

26 Temmuz 2010 Pazartesi




ISMARLAMA İSKİT TERZİSİ
Rıdvan hocam aradı geçenlerde. İstanbul’da bir sergi için kompozit yay lazımmış yardımcı olur musun diye. Ne sergisiymiş bu diye merakla aradım verilen adresi. Telefonun diğer tarafında bir İstanbul hanımefendisi. Profosormüş Berlin üniversitesinde. Prof. Latife Summerer hocamız. Mahçup olduk cehlimizden. Ama hocamız bozmadı bizi. Kısaca anlattı 3 boyutlu replika yapacaklarını ve canlandırma için yay gerektiğini. İçinde savaş sahnesi bulunan bir friz resmi de göndermiş.
-“Hocam resimdekiler Altay tarzı yaylar dünyada İskit diye bilinir. Hun tarzı yayların ortaya çıkmasından sonra yavaş yavaş kullanımdan kalktı. Milattan önce 1-2. yüzyıllara kadar yoğun olarak rastlanılır Bu tarihten itibaren yerini tüm kompozit yayların atası sayılan Hun tarzı yaylara bırakmıştır. Siz bizden yay istiyorsunuz amma bizdeki yay Osmanlı yayı, Hun yaylarının Köktürkler zamanından beri modifiye edile edile ulaştığı son nokta. Türkiye de kemankeşler aradaki farkı anlayabilir. Avrupalılar önemsemez, Ruslar zaten sergiye gelmez, ama siz bilin.”
“Savaşçılar hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Pazırık kültürüne benzer hocam. Ukrayna yani kuzeyden değil, Orta Asya’dan yeni gelmiş gibiler. Saka olmalılar. “
“Pers ordusunda da benzer savaşçılar var ama ”
“ Kiralık asker, lejyonerler olmalılar hocam. Pers ordusunda süvarilerin Sakalardan kullanıldığına dair kayıtlar var sadece Pers değil, imparatorluk olan veya bu iddiada olup ta bozkır süvarisi kullanmamış hiçbir devlet yoktur”
“Bellerindeki?
“ Onlar Türkçe olduğunu zannettiğim “Çekan” denilen silah. “Savaş çekici” diye tercüme edebiliriz. Yakın dövüşte kullanılır ve genelde Altay dağlarındaki kazılarda elde edilmiştir. Perslinin elinde ayrıca Asur tarzı yay var, diğer Perslinin belindeki yöneticiyi simgeleyen asa olmalı genelde kartal başlı yapılır.”
“Sen biraz bir şeyler biliyorsun gel bakalım bir tanışalım seninle yayları getirmeyi unutma”
Hocamızın nezaketi ve tevazusu ezdi elbette bizleri, uğradık yapı kredi kültür sanat bölümüne. Hocamızı beklerken Lidya uygarlığına ait bir sergi gördüm Vedat Nedim Tör müzesinde. Gezerken Ok uçları dikkatimi çekti. M.Ö. V-VI. Yüzyıllara tarihlenmiş demir temrenler. Bir yanlışlık olmalı diye kitap karıştırırken öyle dalmışım ki hocamızı fark etmedim bile.
-“ Adnan Bey!!!”
Fırladım ayağa karşımda mütebessim hocamız Müdire Şennur Hanımla birlikte gülüyorlar. Hayırdır? “Hocam ok uçlarına takıldım. Bu tarihte demirden temrenin bu kadar yapılmış olması pek mümkün gelmedi. Ona bakıyordum.” Normalde sen de kimsin kardeşim arkeologmusun, tarihçimisin , hangi sıfatla kritik ediyorsun denilmesi lazım. Ama hocamız dikkatle ve sabırla beni dinledi. Ve hatta sorularla devamını sorguladı.
“-Neden?”
-“ Hocam bizler kemankeş isimli guruba mensup araştırmacılarız. Zaman zaman ok uçlarını yaptırmaya çalışıyoruz. Demirden ok ucu yapmak o kadar kolay değil. Demirin biliniyor olması yeterli değil ancak bu tarih demir işleme tekniğinin henüz bu kadar gelişmediği bir devir. Bu tarihte bronz ve kemik temrenlerin çoğunlukta olması lazım. Oysa burada demir çoğunlukta. Demir temrenin yaygınlaşması aynı zaman da demirden zırhların yaygınlaşmasıyla orantılıdır. Bronz ve demirden ok uçları dengesinin buradaki gibi olması için en az bir 700 yıl beklemek icap edecek. Kale duvarlarında bulunduysa, bu kalenin sonraki dönemlerde de kullanıldığını ve temrenlerin geç dönemde bir savaştan kaldığı gibi bir açıklaması olabilir.” Allah Allah, sen de nereden çıktın be kardeşim demiyor sabırla dinliyor bir avukatın arkeoloji konusundaki görüşlerini. Bugünleri de görecekmişiz meğerse. Hocamızdaki müthiş özgüvenden etkilenmedim desem yalan olur. Ben bu işin profosorüyüm kardeşim ne anlatıyorsun demiyor tam tersi bizim kemankeşlikten gelen silah konusundaki görüşlerimizi hem de pür dikkat dinliyor.
-“Neyse hocam buyurun bu yay, kızımın yayı aman kurulu bırakmayın.”
- “Adnan Bey bize ok yapabilir misiniz?”
-“Hangi dönem ve hangi İskit gurubu?”
-“Farklı oklar mı kullanıyorlardı? “ hah tamam bu soru deplasman sorusu değil. Kendi sahamızdayız. Konu okçuluk olunca Allah ne verdiyse anlatmayı sevdiğimizden başladık kafa ütülemeye. Nasıl olsa dinleyen bulduk ya. Geveze kemankeşin son kurbanı hocamız oldu elbette.
-“Bugünkü Ukrayna topraklarında bulunan İskitler 45-50 cm , Pavoljedekiler 60 cm., Pazırık kültürüne ait olanlar 73-80 cm boyunda kullanıyorlardı…... Başka resim var mı?”
-“Evet.”
- “Resme bakılırsa bunlar normal ok kullanıyorlar. Pazırık tarzında yaparız. Elimde İskit tarzı temren yok ama 3 perli bronz temren var onlardan yaparım aradaki fark pek anlaşılmaz.”
-“Rica ediyorum lütfen yapınız.”
-“ Hay hay hocam.”
-“ Gorit yapabilir misiniz?”
-“??? Bir deneyeyim hocam hiç yapmadım.” 2*3 gün sonra elimde bir gorit örneği ile gittim tekrar istiklal caddesine.


-“Çok güzel olmuş elinize sağlık.”
-“Hocam ölçekleri birebirdir. Pazırık kültürüne ait Ukok platosu kazılarını yöneten, Novosibirsk Üniversitesinden Doçent Natalya Polosmak’ın çalışmaları dikkate alınarak yapılmıştır, ölçebilirsiniz. Size vereceğim yay kısa bir yay olduğu için boyunu 5 cm kısa yaptım.. Pazırık kültürüne ait bir kapalı gorit denedim. Buyurun Ünlü Pazırık halısındaki süvarinin üzerinde görülen goritin replikası.”


-“Ellerinize sağlık. Gerçekten çok güzel olmuş çok da otantik duruyor.”
“ Sağ olun hocam.”
-”Bir de külah lazım bize yapabilir misiniz? “
İltifata şımarmayan olur mu? Biraz şımardık elbet.
-“Hocam deneyeyim söz veremiyorum. Yalnız biz savaşçıyız diye geçinirken siz bizi ısmarlama İskit terzisi yapacaksınız galiba . : ))) “ gülümsedik zaman çok dar olduğu için iki saka külahı iki de kısa kalpakdan yaptık ama kısa olan içime sinmedi.
“Hocam bu zırh zannedersem, bu külahların üzeri pul zırh kaplı olmalı Odessa müzesinde görmüştüm.

“ Adnan bey resim üzerinde çalışma yapıyoruz. Resimde görünen neyse o, hem vakit de kalmadı.” Hoca haklı, hazırladığım üç adet oku sergiden ancak bir gün önce yetiştirebildim. Nereden vakit bulupta yapacağız. Daralan vakit ve yetiştirilmeye çalışılan 3 boyutlu replikalar. Aslında at üstünde ok atan replikalar planlanmışmış ancak malzemeler yetişmeyince iki tane baldırı çıplak savaşçı kaldı ortada: ))) garibanlara çizme bile yetiştiremediler. Neyse uzun lafın kısası yolunuz Galatasaray düşerse Vedat Nedim Tör müzesine uğrayın. Orada Afyon Tatarlı’dan 40 sene önce Almanyaya kaçırılan, bir müzenin deposundayken değerli hocamız Prof latife Summerer’in çalışmaları ve girişimleri sayesinde Türkiye’ye getirilen mezar odasını ve güncellenmiş resimlerle 3 boyutlu replikaları göreceksiniz. Replikalar üzerindeki oklar, İskit-Saka sadakları (Gorit), saka külahları, âcizane kelkemankeşe ait. Böylelikle sıfatlarımıza bir de “İskit ısmarlama terzisi” ni eklemiş olduk.
Yağmalanan bu mezar odasının kararmış ve çürümüş kütüklerinden ne olacak demeyin. Bu resim ve mezar odasındaki frizdeki süvariler Pazırık kültürüne ait gibi duruyor. Altay dağlarında benzerlerine rastlayabileceğiniz keçe örnekleri M.Ö. V. Yüzyıl da Anadolu içlerinde Lidya da bu insanların ne aradığı sorusunu ve araştırmalarını da beraberinde getirecek. “Grakov görseydi bu firizi hoplardı yerinden” demiştim hocamıza.. Donyetsk Üniversitesinden Prof Yevgelevski dizginlerin Eski Türk dizginlerine benzediğini söyledi. Tabii bunlar sathi bilgiler. Ben bu frizlerden çok güzel neticeler çıkacağını düşünüyorum ve bu işi kısmet olursa araştıracağım. Bazılarının yaptığı gibi yaşlı bir Çinlinin veya afyonlunun şahadetine güvenip adamları Türk falan yapacak değiliz. ( Adamın biri çıkmış yaşlı bir Çinlinin “ Burası Oğuz Kağanın mezarı” diye taşların üzerindeki bir mevtanın cesedini gösteriyor ve tvlerde program yaptırıyorlar. Koptum resmen. Yahu yaşlı Çinli kaç yaşında ki Oğuz kağanı bilecek. Onun kim olduğunu biz bile bilmiyoruz. Mete han olabileceğini düşünenler var ki bu da kabaca 2300 sene öncesi demek.Hadi çinli olsun 120 yaşında ki o yaşta karısını bile tanıyamaz. Çinlinin Oğuz Kağanı bilebilmesi için türkoloji profosörü olması lazım, çünkü onlar Oğuz Kağan'a Modun diyorlar. Üstelik bizimki Çince bilmiyor. Yani Çinli öyle söylese bile anlama şansı yok. O da bir tarafa yahu arkadaş koskoca Hun imparatorluğunun halkı, yabgusunu cıscıbıldak taşların üzerine mi atar? Bu mantıkla yaşlı bir Afyonluya şahitlik ettirip Bunun İşguzaların yabgusu “ispak” olduğunu iddia edebiliriz. İşkuzaların da gene yaşlı Afyonlu emiceye dayanarak indo-irani değil Türk olduğunu ispatlarız. “Ne deyounz len , gedin ordan ne İranı, adam Türkoglu Türktür benim dedemin büyük babasi öyle dediydi. O da öncekilerden duymuş hatta adam o kadar Türkmüş ki en fazla kuru fasulye pilav severmiş yanında bir ayrann ile bi baş suvan ohhhhh!!!!!.” falan der. Al sana kapı gibi delil. ( Şaka yapıyoruz gerçi ama Olcas Süleymanov onların Türk olduğunu düşünüyor ben de ikna oldum) Neyse fazla cıvımayalım. konu ile ilgili literatür tarandıktan ortaya ne çıkar bilemem. Yevgelevski hoca da söz verdi yardım etmeye. Ona da ilginç geldi Afyon’da Pazırık kültürüne ait savaşçıların olması. Zaten Altay dağlarında en son yapılan kazılara göre Pazırık kültürüne ait olan ama İskit olmayan kazılar kafaları karıştırmıştı. Şimdi başlarına bir de afyon Tatarlı çıktı. Bakalım ne yorumlarda bulunacaklar. Yorun bizi ağalar.
Adnan Mehel, Temmuz 2010

18 Haziran 2010 Cuma

Kemer Country


Okçulukla ilgili araştırmalar yapmaya başladığımızda yüzümüze kapanan kapılar ve istihzalı bakışlarla karşılaşmayı o kadar kanıksamıştık ki bu hep böyle gidecek zannediyorduk. Gecekondu yapmak için kırılıp atılan veya belediye tarafından asfaltın altına gömülen menzil taşları, lir zannedilen yaylar, asa gezinde alıştırmadan kasıldığı için kanatları kırılan Osmanlı kuğuları, odun parçası muamelesi gören canım menzil okları. Satıla satıla tüketildiği için kapalıçarşıda artık tek tük karşılaşılan oklar, yaylar. Bazen mali gücümüz olmadığı, bazen ulaşamadığımız için haraç mezat elden çıkartılan tarihi zenginliklerimizle ilgili hikâyeleri dinledikçe içimizden kopan parçalar. Allah razı olsun Metin Orhan hocamızdan. Ciddi bir kaynak ayırıp toparlıyor bulabildikleri okları yayları. Bir tanesinin bile yurtdışına çıkmasına gönlümüz razı değil ama ne yaparsın. İmkân nispetince toparlamaya çalışıyoruz.
Hafta sonu kemer country’de idik (12-13 Haziran 2010). Dünyanın en önemli binicilik yarışmalarından birisine ev sahipliği yapıyordu bu elit mekân. Yarışacak atlar için özel uçak kaldırılmış, Amerikadan bile yarışmacıların iştirak etmesi sağlanmıştı. Binicilik federasyonunu bu organizasyon dolayısı ile tebrik etmek lazım. Aslında elit bir kesimin yaptığı spordur binicilik. Zangin işidir amiyane tabirle. Hele istanbulda bu işi yapmak oldukça zor. Ömerli binicilik kulübünden Atakan biraderimiz “birine kötülük etmek istiyorsan at hediye et” diyordu gülerek. Eee masraflı iş. Neyse ekabir takımının geleneksel olanla işi olmaz diye düşünürdük ama yanılmışız. Yarışmalar arasında bir cirit bir de okçuluk gösterisi düzeleyelim dediler ve bizi oldukça şaşırttılar. Ciritçi arkadaşlarımız Sivastan iştirak ettiler. Tanıtım amaçlı olduğu için 5 er kişi ile oynandı. Mikrofonu da ellerime tutuşturdular sanki ciritten çok anlarmışım gibi. Anlattım bir şeyler ama ben kendim bile anlamadım ne anlattığımı. Darb vuruşu ile başladı arkadaşlarımız. Çelik uçlu gerçek ciritlerle metal levhaları kağıt gibi deldiler. İşte cirit bunun içindir yani zırhlı düşmanı saf dışı etmenin talimidir. Devre arasında kemankeşler olarak yerimizi aldık. Sunum yaptığımız için kostümlerimizi giymeye vaktimiz olmadı. Ali hocamız, Azad ve İbrahim biraderimiz ile benim oğlan yalnız bırakmadılar Karadeniz ekibini.

Hilmi hocam da koşarak geldi atışların ortasında. Kısa bir tanıtım konuşmasının ardından 5 atışlık bir kısa göster sunduk izleyenlere. Hemen ardından Hilmi hoca ve Sinan Apa at üzerinden ok atarak maharetlerini gösterdiler. Alkışlarla biten gösterinin ardından binicilerinde katıldığı karma cirit gösterisi baya ilgi topladı.

Gösteriler devam ederken elinde okla dolaşan birisi dikkatimizi çekti. Sinan Apa birisinin bizimle tanışmak istediğini söylüyordu. Elinde oklar varmış. Hemen koştum
-“siz beni arıyorsunuz galiba, Sinan abi bahsetmişti”.
-“Ha hocam evet sizi arıyordum belki anlarsınız bundan”.
Elinde tuttuğu nefis menzil okunu gösterdi. Elimdeki terleri pantolonuma silerek aldım. İncitirim korkusuyla parmaklarımın ucuyla tuttum bu zarif sülünü. Aman Allahım bu ne güzellik. Nasıl bir işçilik, nasılda ince paça kısmı o kadar zarifini daha önce hiç görmemiştim.

-“Bez verin bana tişörtümü verin”. Yaylardan birisin bez kılıfına sardım menzil okunu ,elimdeki ter ve tuz zarar vermesin diye.
-“Bu mukaddes emanet” dedim gülerek oka bakma heyecanından ismini bile sormaya vakit bulamadığım Timuçin beye. Başladım anlatmaya ne oku olduğunu. Ustasının adını okuyamadığımı ama işçiliğin nefis olduğunu söyledim. Hemen hiç kullanılmamış bir oktu ve “nefis bir parça” diye ekledim.
Sağına soluna bakıyor aklıma geldikçe anlatıyordum. Sonra Hilmi hocaya doğru gitmeye başladık. Timuçin beye “oku fark ettiğinde Hilmi hocanın yüzüne bak” dedim. Beklediğim gibi Hilmi hocanın gözleri öyle bir açıldı ki heyecandan manzarayı görmek lazımdı. “tacettin” yazıyor dedi Hilmi hoca. Kuş yavrusu gibi elimde tuttuğum oka ilgimizi görünce
-“bu sizde kalsın. Bizden daha iyi muhafaza edeceğiniz kesin” dedi. Ağzı açık bir şekilde
“Ama bu çok kıymetli bir şey nasıl olur”. Diye mırıldandım
-“Ben sizden bahsettim anneme. Okçulukla uğraşanlar varmış” dedim. “Bir dakika evladım” dedi bana ve sandıktan bu oku çıkardı, dedemin babasından kalmaymış.

-“ismi neymiş acaba kemankeş sicil defterinde adı yazılı mı? Belli ki bu oklar ancak iyi sporcuların kullanacağı cinsten. Validenin mübarek ellerinden öperiz bu okları sakladığı için ama bunu kabul edemeyiz”
-“lütfen alınız Adnan hocam, bu ok sizde daha iyi muhafaza edilir.”
Allahım ne yapayım “o zaman izninizle ben de sizlere bir ok hediye edeyim”. İstanbul 1453 filmi için yaptığım oklardan bir tanesini Beyefendiye takdim ettim. Validenin ellerinden öpmek üzere geleceğimizi bildirdim. Çocuklar gibi şen, neredeyse hoplaya zıplaya ayrıldık kemer country’den. Birinci kim mi oldu? Bilmem. Ne yalan söyleyeyim.Oku gördükten sonra binicilik yarışmasına falan bakmadım. Haziran 2010

11 Nisan 2010 Pazar

Kemankeş Çelebi gezi notları - Kocaeli


Sessizlik sizleri yanıltmasın. Daha önce de yazdığım gibi boş durmuyoruz elbet. Geçtiğimiz hafta sonu Kocaelindeydik. Kocaeli Belediyesi’nden yetkililerinde bulunduğu bir toplantıda hazır bulunacaktık. Amacımız sadece Türk Okçuluğunu Kocaelinde tanıtmaktı yoksa “kuzu çevirme” daveti bizi hiç ama hiç etkilememişti. Bu nedenle tanıtım amaçlı bu toplantıya camianın iki XXL katagorisindeki kemankeşleri olarak Şafak biraderimle beraber katıldık. Kuzunun ebadını ve sayısını bilmediğimiz için de ev sahibi mahçup olmasın diye kimselere haber vermedik. Yolda “ya Şafak sen Ankaraya ağabeyinin yanına gitmeyecek miydin? istersen biran önce git ben seni idare ederim” tarzı çabalarımız “ Biz Türk okçuluğu için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayız” aforizmasıyla diskalifiye edildi. Rıdvan hocamız vardı Kocaelinde ve bizim de hocamıza verilmiş bir sözümüz.. “İlk fırsatta uğrarız hocam” diyorduk ve geleneksel tarzda atış yaparız öğrencilerimizle beraber. Borcumuzu ödemeliydik ve uğradık.

Okçuluk sevdalısı bu insanı antrenman sahasında pırıl pırıl öğrencileri ile birlikte bulduk. Yıllarını okçuluk sporuna vermiş Rıdvan hocamız öğrencilerine büyük bir tevazu ile “bakın çocuklar bunlar gerçek kemankeş” diye tanıttı bizleri. Çocuklar da garip garip bakarak göbek nahiyesi imar mevzuatına aykırı yapılanma içersinde olan bu insanların nasıl sporcu olduklarını anlamaya çalışıyorlardı. “Kemankeşin toku pehlivanın açı iyidir” diye Türk kaslarımıza bahaneyi uydurduktan sonra “Estağfirulah hocam biz aslında modası geçmiş okçularız” diye hocamızın gösterdiği tevazuyu telafi etmeye çalıştık.

Çocuklar ahh çocuklar. Geleceğimizin teminatı çocuklar. Nasıl da can kulağıyla dinliyorlar anlatılanları, nasıl da dikkatli ve saygılılar. Kocaelinin bu güzel çiçeklerinden ve sevgili hocamızdan randevuya geç kaldığımız için istemeden ayrılmak zorunda kaldık. Daha doğrusu çok kısa bir tanıtım ve atıştan sonra guruldayan midemizin emperyalist baskısı altında toplantının yapılacağı alana yollandık.

Rıdvan hocamızın ve öğrencilerinin içtenliği ve candanlığı bizleri gerçekten etkiledi ama bizi bekleyen başka insanlar da vardı. Kendimizi bir göl kenarında bekleyen 15 kadar etkili ve yetkili insanın arasında bulduk. Kısa bir tanışma merasiminden sonra Şafak kardeşim ile birlikte gönüllü çeşnicibaşılık görevini ifa ettik. Hazirun, tipimize bakarak bu konunun uzmanı olduğumuzda zaten ittifak eylemiş idi. Kocaeli belediyesi yetkilileri ile birlikte tanıtım yaptığımız gurubun içersinde İslam Konferansı Örgütü Parlamento Birliği'nin (İKÖPAB) genel sekreteri Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç hocamız da bulunmaktaydı. Türk ve İslam eserleri Müzesi başkanlığı da yapmış hocamızla birlikte diğer arkadaşlarımıza Türk okçuluğu konulu kısa bir tanıtım yaptık ve nasıl ok atılacağını gösterdik. Akşama kadar hocamız ve diğer misafirlerle yapılan sohbet gerçekten verimliydi. Başta Şafak kardeşim olmak üzere Asır ajansın sahibi Ömer beye belediye yetkililerine ,sayın Mahmut Erol Kılıç hocamıza ayrıca Rıdvan hocam ve öğrencilerine bu güzel gün ve tatlı anılar için teşekkürlerimizi sunuyoruz. Rıdvan hocam ve şafak biraderimin objektifinden yansıyan kareleri aşağıdaki adresten izleyebilrisiniz.20 Mart 2010 Kemankeş Çelebi

http://picasaweb.google.com.tr/adnanmehel/Izmit?authkey=Gv1sRgCNuFsqTcoMGHKQ#

29 Mart 2010 Pazartesi

Süleymaniyede Konferans


Süleymaniye de konferans.



Birkaç hafta önceden sitemizde duyurmuştuk Süleymaniye konferansını. Türk Dünyası Araştırmaları vakfı’nın her hafta cumartesi günü yapılan konferanslarının bu haftaki konuğu Türk kemankeşleriydi. Bu güzide vakfın programında İlk defa Türk Okçuluğu yer alıyordu.

Turan hocamız rahatsızdı ve kemoterapi görüyordu. Kendisiyle tokalaşmak bile yasaktı. Tanışmak için vakıf merkezine gittiğimde anlattım biraz. Heyecanlandı hocamız işittikleri karşısında. “yazın iki satır bir şeyler çocuklar duyuralım ajanslara ve insanlara, bu konu çok önemli” diyordu. İlk defa işlenecekti ve bu konuya el attığımız için bizleri tebrik ediyordu.

Yazamadık elbet “işlerim çok yoğundu” umumi bahanesinin arkasına saklanarak. Kadim dostlarımız gene yalnız bırakmadı bizleri Yavuz, Ali, Turgay, Şükrü, Azad ve Şafak. Aramıza yeni katılan kemankeş adayı İbrahim de oradaydı. Bir ara Mehmet de takıldı gözüme, yanılmıyorsam o da izleyiciler arasındaydı. Mazereti olanlarsa gene bizimleydiler ve gönüllerinden asla çıkartmamışlardı.


Trakya Üniversitesinden misafirlerimiz vardı. Değerli hocamız Doç. Tilla Deniz Baykuzu 4 öğrencisi ile birlikte Edirne’den gelip bizleri onurlandırmışlardı. Öğrencilerine tez olarak silah konusunu vermişti Hocamız ve bizlerle beraber çalışmalarını istiyordu. Kuzey Çin de yaptığı çalışmaları kendi elleri ile kopyalayıp yorumlayalım diye getirmişti bizlere. Normalde Kitap haline getirip adına tescil ettirmeden kimse paylaşmaz elindekileri. Oysa bu ilim ve tarih sevdalısı hocamız kendi elleriyle kopyalayıp bir de İstanbul’a getiriyordu “elime geçen her şeyi paylaşacağım sizlerle” diyerek. Hocamız tevazu ve âlicenaplığı ile bizleri büyülüyordu. Bir taraftan yüzümüze kapanan kapılar ve bir taraftan ardına kadar açılan gönüllerle memleketimiz bizleri bir kere daha şaşırtıyordu.

Selenge yayınlarının sahibi Ahsen abi de ön sıralarda yerini almıştı. Tam anlamıyla tarih savaşçısı olan bu insanın ve diğer akademisyenlerin bakışları bizleri imtihana giren öğrenci psikolojisine sokuyordu. Sahnede adları sanları duyulmamış iki araştırmacı üstelik akademik ünvanları da olmadığı halde Türk okçuluğu gibi bir konuyu anlatacaklardı. Bu nedenle vakfın yaptığı tanıtıma istediğimiz kadar olmasa da 75 civarında dinleyici salonda yerini almıştı. Bilimsel toplantıya fazla katılan olmaz zaten

Her zamanki gibi sesimiz titreyerek başladık sonra açıldık. Heyecandan unuttuklarımızdan artakalanları anlatabildik izleyenlere. Bu kadarı bile yeterli oldu, alkışlarla indik sahneden. Hastalığı nedeniyle tokalaşması bile yasak olan Prof. Turan Yazgan hocamız öptü kemankeşleri alınlarından, “Tebrik ederim bu delileri” diyordu hastalığına ve bedensel temasın riskine aldırmadan. Alnımızda sıcak dokunuşu asırlık çınarın kızartıyordu kulaklarımıza kadar bizleri mahcubiyetten. Ayağa kalmak istiyoruz saygıdan. Gülümseyerek “kalkmayın, nasıl öperim bu boyla sizi diyerek engelliyordu hocamız. Zararımız dokunur diye ellerini öpemedik maalesef. Sağlığına ve uzun ömür dilekleriyle devam etti dualarımız.

İki teklif daha aldık hocalarımızdan, akademisyenlerimizden. Batıda sınırlara ulaştıracağız inşallah bu hareketi. Ok vızıltısıyla tanışacak yakında eski payitahtımız. Oklar uçacak yeniden Edirne’nin ok meydanında hem de vızıldayan soyundan ve dikkatlerine sunacağız kemankeşlik sırrını üniversitelilerimizin. Bir aksilik olmazsa İki güzide üniversitemizin konferans salonunda daha uçacak oklarımız. İnşallah yeni heveslileri katılacak aramıza keankeşliğin . İçimizde huzuru ciddi bir sınavı daha alnımızın akıyla vermenin. Fotağraflar Şafak ve Ali biraderlerimin ve vakıf görevlilerinin objektiflerinden. Buyrun
http://picasaweb.google.com.tr/adnanmehel/SuleymaniyedeKonferans#
KEL KEMANKEŞ