30 Ekim 2009 Cuma

Kemankeşler Mersin'de



Aytekin biraderimizin daveti vardı Mersin’e. Toroslar Belediyesi 29 Ekim kutlamalarında okçuluk gösterisi yapılmasını da istemiş, Aytekin biraderimiz de yetiştirdiği pırıl pırıl öğrencileri ile birlikte Kemankeş gurubunun da gösteride hazır bulunmasını arzu etmişti. Aslında son günlerimizin çok yoğun geçmesine rağmen kıramazdık Aytekin hocamızı. Reddemezdik okçuluğa bu kadar emek ve gönül vermiş kardeşimizi

5 kemankeş istiyoruz dediklerinde hemen Üsküdar sancağından tedarik ettik gerekli sayıyı. Aramızda bir de yakışıklı olsun diye Mümin kardeşimizi de aldık Bursa’dan. Adana havaalanına tekerler değdiği anda uyandım ne yolculuğu hatırlıyorum ne kalkışı. Yorgunluktan uçağa oturur oturmaz uyumuşum meğerse. Adana havaalanında Aytekin biraderimizle Necati karşıladı bizleri. Mersin’e yolculuktaki sohbet ninni gibi geldi bana. Kahvaltı ve otelde kısa bir istirahatten sonra “başkan sizi bekliyor” dediler. Hazırlandık doğru Toroslar Belediyesine. Belediyenin güler yüzlü yöneticileri ve organizatörleri kapıda karşıladılar bizi. Devam eden bisiklet yarışlarına aldırmadan Belediye Başkanımız hoşgelden demek için belediyeye geldi. Mütebessim yüzüyle tatlı bir sohbete daldık. Mersinliler ve özellikle Aytekin biraderimiz bizleri rahat ettirmek için koşturuyordu. Kel kemankeş rolü için gittiğim berberin parasının bile ödendiğini duyunca kızarıyor, mahcup oluyordum. Biraz gezi, istirahat, nefis bir tantuni, şalgam ziyafetinden sonra okçuluk sahasına yollandık. Çocuklar, gençler sahada yarışıyor bir taraftan da sokak basketbolu turnuvası devam ediyordu. Kıyafetlerimizi giyip dışarı çıktıktan sonra etrafımızı meraklılar almaya başladı. Çocuklar ah o çocuklar nasıl da kocaman açıp gözlerini merakla sorular soruyor, oklarımıza tirkeşlerimizi kontrol ediyorlar. “Biz sizi televizyonda görmüştük” diyorlardı çoğunlukla. Nasıl da dünya tatlısı çocuklar. Yahu bütün çocuklar güzeldir de sanki okçulukla uğraşanlar daha bir güzeller. Önce Aytekin hocamızın öğrencileri hedefe sıralanmış balonları patlattılar birer birer. Sonra dünya şampiyonu okçumuz 50 metreden atış gösterisi yaptı. Sıra bize gelince aldık elimize mikrofonu. 5-10 dakikalık kısa bir malumat verdik okçuluk ve kemankeşlik hakkında. Seyirciyle beraber selamlama merasimi yaptık. Var güçleri ile dua etti bize mersinliler;

-" Safa nazarınız bizimle olsun!!!!!"

-“ Kuvvet olaaaa!!!!!!”

Kısa bir atış gösterisi yaptık. Alkışlar ve plaketlerle beraber oldukça uzun fotoğraf çektirme maratonu başladı. “Kusura bakmayın çocuklar yoruyor sizi” diyordu Mersinliler. Oysa biz çocuklarımızla kaynaşmak için tepemize çıksalar sesimizi çıkartmazdık. Rahatsız olmadığımızı söyledik. Nasıl zeka fışkırıyor gözlerinden onların, nasıl da pırıl pırıl geleceğimiz. Saha dışına çıkıp Mersin’in temiz havasını alma ihtiyacı hissettiğimizde güler yüzlü bir kızımız yaklaşıyor yanımıza.

-“Amca birde Osmanlı okçusu olacaksınız, ne bu elinizdeki, utanmıyor musunuz?” gözlerinin içi parlıyor bunu söylerken , nasıl da sevimli kerata.Mahcubiyet duyuyor ama hınzırlığı elden bırakamı yoruz gene.

-“Kusura bakma canım kızım nargile getiremedik” diye işi pişkinliğe vuruyoruz. Otobüsten bir başka okçu kızımız eliyle işaret yapıyor pandomim gösterisiyle beraber. Sigaranın zararları konusunda sevimli bir gösterisi aslında. Teşekkür ediyoruz bu minik koruyucu meleklerimize. İnşallah en kısa zamanda bırakırız şu zıkkımı. Yoksa rezil olacağız bu gidişle. Veya en azından onların görmeyeceği bir yere gitmek lazım.

Gösteri bittiği halde bırakmıyor bizi Mersinliler. Organizasyonda görevli arkadaşlar şehri gezdiriyor bize ve akşam yemeğine kadar sorular, cevaplar. Metin biraderimle ben konuşuyoruz en fazla. Anlatıyoruz, anlatıyoruz. Metin biraderim lafı dolaştırıp Okmeydanı’na getiriyor, ben gene her zamanki gibi kurganlara sokuyorum dinleyenleri. İlgi, sıcaklık, misafirperverlik. Akdeniz’in sıcaklığından insanların içtenliğinden ve Çocuklarımızın güneş parlaklığındaki kalplerinden harika izlenimler getirdik . Akdenizden Kemankeşlere, Mersinlilerin gülümseyen yüzlerinden, çocukların tatlı dillerinden damıtılmış, içten selamlar ve kocaman yürekler getirdik. Sağ olasın Aytekin hocam bize bu güzellikleri tattırdığın için. Sağ olasın Hamit Tuna başkan bize bu imkânı sağladığın için, sağ olasın Ferda hanım, sağ olasın Necati, sağ olun Mersin’in güzel insanları ve memleketimizin güneş çocukları, bize bu güzellikleri yaşattığınız için. Ve teşekkürler Metin, Ali, Mümin ve Azad biraderlerim. Sizlerle olmak ve bu güzellikleri paylaşmak güzeldi. Mersine sınırlı kontenjan dolayısı ile davet edemediğimiz arkadaşlarımız kusura bakmasınlar lütfen. Biz biliyoruz ve eminiz ki kalpleriniz her zaman olduğu gibi,gene bizlerle beraberdi. Gevezelik benden ama fotolar Ali hocanın himmetini bekliyor

Ekim 2009
Kelkemankeş
http://picasaweb.google.com.tr/kilicali1/Mersin#

5 Ekim 2009 Pazartesi

Kemankeşler Ankarada


Kemankeşliğin merkezi İstanbul diye şişinip dururken Ankara’dan sürpriz bir haber geldi. Çankaya Belediyesi Okçuluk antrenörleri Geleneksel okçuluk yarışması düzenlenmiş. Davet edildik. Derin bir mahçubiyet hissettik önce. Antrenor Ali hocamızla(Ali Sağlar) Gazi üniversitesindeki konferansta tanışmış idik. Arayalım görüşelim diye kararlaştırmıştık ama yoğun tempodan bırakın ziyareti telefonla aramaya bile fırsatımız olmamıştı. Bu değerli Antrenörlerimiz Ankaradan İlkay kardeşimle irtibat halinde idiler ve bize sormaya bile vakit bulamadan bu organizasyonu düzenlemişlerdi. Katılalım destek olalım hocalarımıza diye uğraştık ise de İstanbul’dan sadece Kel kemankeş ve Azad kardeşim katılabildik. Giderken kadim dostumuz Düzceli Sami ustaya uğradık hem de gece yarısından sonra. Sormadık bile müsaitmisiniz diye. Ne de olsa kemankeşin kemankeşte gündüz ziyaretinde çay, gece ziyaretinde yemek ve döşek hakkı var diye düşündük. Saat bir gibi “ Selamün aleykum bela geliyor demez, pat diye gelirmiş” dedik daldık içeriye. Sami ustamız sarılarak karşıladı bizi elbette. Dünya iyisi muhterem eşi de çayımızı koydu ocağa hemen, açlığımızın olmadığını öğrendikten sonra. Sıkı bir muhabbet ve ebru teknesi başında devam eden muhabbetimiz neticesinde Sami usta Azad kardeşimle bana iki nefis ebru yapıp hediye etti. “ arkadaşlar gelecek Ankara’ya Tokattan samsundan Amasya’dan Sivas’tan hadi Sami ustam sende gel” dedik. Kemankeş milleti Şafak biraderimin deyimiyle ayartılmaya en müsait millet olduğu için sabah eşyalarını hazırladı o da bizimle Ankara’ya geldi.


Ankara’da Lozan Parkının girişinde bekliyordu Sivaslı dostlarımız ve Yaşar Metin Hocamız. Neyse Sivaslılar var en azından İstanbul’dan katılım olmazsa turnuva düzenlenemez diye korkuyorduk biraz. Birazdan Metin Orhan hocamız mütebessim yüzüyle belirdi ardından Kırıkkale’den Kenan kardeşimiz ve diğerleri. Dostlarım kusura bakmasın tek tek isimlerini sayamıyorum diye . Birbimizi ilk defa görüşüyorduk bir kısmıyla ama internet üzerinden de olsa kemankeş kardeşliğimiz vardı. Biz kıyafetlerimizi kuşanalım derken bir de baktık ki Kırıkkaleden Kenan kardeşimiz Amasyadan Medet kardeşimiz tepeden tırnağa zırhlı olarak çıkmasınlar mı. Bölgelerindeki mehter takımlarından zırhları ödünç almışlarmış meğerse. Azad kardeşimde yeni bitirdiği zırhını kuşandı elbet. Dışarı çıkar çıkmaz okçu çocuklarımız ve aileleri sardı etrafımızı. Olimpik yarışma sessiz sedasız devam ederken biz çoktan sırasını savmış minik okçularımızla sohbete dalmıştık bile. Kısa kısa bilgiler veriyor ve gösteriler yapıyorduk onlar için. Minik gözlerini kocaman açıp nasıl bir dikkatle dinliyordu ve ne kadar da terbiyeli idiler anlatamam. Ailelerine bu kadar güzel çocuklar yetiştirdikleri için teşekkürler ediyorum. Allah nazardan saklasın.



Maalesef temiz hava almadan duramayanlardan olduğumuz için antronor Tülin hocamızdan izin istedik çocuklara kötü örnek olmayalım diye.
-"Sahanın arkasında zıkımlanın ben görmemiş olayım" dedi gülümseyerek. Sadece minik bir kız çocuğu bu garip kıyafetli insanlardan korkmuştu. Bir de köpek peydah oldu etrafımızda havlayarak. Bir hanım kardeşimiz vardı tekerlekli sandalyesinde. Yaklaştım yanına sohbet etmeye başladım. Dünya şampiyonuymuş meğerse. Cehlimizden mahçup ve onunla gurur duyarak ayrıldık yanından. Olimpik yarışma bitti sıra bize geldi. görüntü alalım dediler.

-“Hocam biz öyle sessiz yapamayız biraz şamata yapmamız lazım izniniz olursa” dedik. –“Rahatınıza bakın burası sizin” dediler. Etrafımızdaki meraklıları toplayıp selamlama yapalım dedik. Yaylarımızı kalbimizin üzerine yaslayıp selamlama duruşuyla;

-“Safa nazarınız bizimle olsun” diye bağırdık hep bir ağızdan

-“Kuvvet Ola!!!” diye selamımıza karşılık verdi seyirciler.

14 kemankeş üçer üçer dizilip hedeflerin karşısına;

-“ Yaa Haakkk!!!! Diye uçurduk oklarımızı Çankaya sırtlarında.

Biz efelendikçe, naralandıkça toplandı etrafımıza insanlar. Seyirci karşısında ilk defa atış yapan kemankeş kardeşlerimizin heyecanlanması nedeniyle okların bazıları hedef dışına uçtuysa da 14 kemankeş Lozan Parkını kemankeş narasıyla tanıştırıyorduk. Aramızda soğukkanlılığını en fazla muhafaza eden Azad kardeşimizdi. İlk defa standart alüminyum oklarla atıyordu ve oklar kırmızı ve sarı yuvarlak içersine mıhlanıyordu birbiri ardına. Her ne kadar Tülin hocamız düdüklerle kontrol etmeye çalışsa da atıcıların arkasından hem atışlarını kontrol ediyor hem de sesli komutlarla yönlendirmeye çalışıyordum. Meraklı insanların sorularını yanıtlayan bazı yarışmacılar yerlerini almakta gecikince arkadaşlarımızı uyarmak zorunda kaslım. Sağ olsunlar kel kafamıza hürmeten çelebice özür dileyip yerlerini aldılar. Birbirimizi o kadar özlemişiz ki her fırsatta özlem giderip bilgi alışverişinde bulunuyorduk. Medya için ödül töreni yapılacak dediler ilk etabın sonunda. Aslında hepimizin ortak düşüncesi Sivaslı minik okçumuzu birincilik kürsüsüne çıkartmak idi. Birinci olarak beni davet ettiklerinde afalladım önce. Puanlamaya bakmadım. Azad kardeşimle kafa kafaya gidiyor idik ama sanki onun atışları benden daha iyi gibi idi. Yani orada bir kulis döndü galiba ama madalya bana verildiği için pek de kurcalamaya niyetim yok:)) Azad biraderim isterse mahkemeye itiraz edebilir ama davanın 2 seneden önce bitmeyeceğini garanti edebilirim. Yumuşak hedef süngerlerinden platforma çıkmak mesele oldu. Üzerimizde zırhlarla ayaklarımızın altındaki platform sağa sola sallanıyor dengede durabilmek için baya çaba harcıyorduk. Seramoni kazasız belasız geçtikten sonra tv kanalı için son bir gösteri yaptık. Etrafımıza gene meraklılar doluştu onlara ok atışları yaptırmaya başladık. Sevimli çocuklarımız ilk defa ellerine aldıkları bu tip yaylarla atışları ilk seferlerde ıskalasalar da moralleri bozulmasın diye her birine hedefi tutturuncaya kadar atış yaptırıyorduk. O kadar çok güzel insanla tanıştık ve kaynaştık ki anlatamam. Maalesef hiçbirinin ismini aklımda tutamadım. Artık yaşlanıyorum galiba.


“Yarışmaya devam edelim mi ?”sorusuna, Sivaslıların erken kalkacak otobüsünü bahane ederek “ valla biz madalyaları kaptık artık başka sefere diye” cevapladık. Ortak kararla devam etmeyelim dedik ve tek turlu yarışmanın biraz şike kokan neticesine göre Çankaya Belediyesi Okçuluk 2. Yaz Turnuvasında birinciliği kel kemankeşe ikinciliği yaşar Metin hocama Üçüncülüğü de Azad kardeşime layık gördüler. Ne yarışma ne ödüldü önemli olan. Önemli olan geleneksel ve olimpik sitildeki okçuların ilk defa bir arada hem de kemankeş gurubu dışındaki milli antrenörlerimizce buluşturulmasıydı. Önemli olan kemankeşlerin yüz yüze görüşmeleriydi. Önemli olan kemankeşlik kültürünün Anadolu’nun göbeğinde maya tuttuğu ve birbirinden değerli arkadaşlarımızla devam ettiriliyor olmasıydı.


İstanbullular ayağımızı denk alalım, orta Anadolu gümbür gümbür geliyor ona göre. Sağolasın Yaşar Metin hocam, Sağolasın Hilmi hocam Sağ olasın İlkay biladerim ve çok yaşayın Çankaya belediyesinin saygıdeğer antrenörleri Okçuluğun duayenleri Ali hocam Tülin Hocam ve aflarına sığınarak isimlerini hatırlayamadığım değerli antrenörlerimiz. Ne kadar da çırpındılar bizi rahat ettirmek için oysa bize lazım olan sadece güler yüz tatlı dildi. O da zaten bol miktarda mevcuttu. İyi ki varsınız, Tüm arkadaşlarımızın isimlerini tek tek sayamadım lütfen kusura bakmayın katkıda bulunan Tokat ,Sivas,Amasya,Kırıkkale,Ankara Samsun ve Düzce vilayetinden gönüldaşlarımıza, kabzadaşlarımıza en içten duygularımla şükranlarımı sunuyorum. Katılım açısından en büyük desteği veren Sivaslı biraderlerimi muhabbetle kucaklayarak tekrar teşekkür ediyorum.

Bu sezonun ilk provasıydı sadece Şimdi İlk uluslar arası organizasyonumuz da seyredin asıl siz bizi. Bakın nasıl sesimiz daha gür çıkacak. Bakın nasıl Sivas vilayeti kemankeş narasıyla sarsılacak, bakın nasıl Türk okçuluğu Sivasta şahlanacak. Ardından mı? Ay sonunda Türkiyenin güneyinde efeleneceğiz 5 kemankeş arkadaş.. Ayak basmadığımız vilayet bırakmayacağız inşallah ve her vilayette Kemankeş naramız yankılanacak. Bizi izlemeye devam edin ve dualarınızı eksik etmeyin
Ekim 2009
Kel Kemankeş
http://picasaweb.google.com.tr/adnanmehel/KemankeslerAnkarada?authkey=Gv1sRgCNj7prm1mubYDg#
http://www.turkokculugu.com/v2/?p=!videolar&v=41

21 Eylül 2009 Pazartesi

Kemankeş Çelebi Kore Yollarında Wtaf 2009


Kemankeş Çelebi Kore'de (10-16 Eylül 2009)

İngiltere bile katılmayacağına göre bu sene “biz de katılmayalım” diye karar almıştık. Ama Türk okçuluğu orada temsil edilmeli diye içimizde bir huzursuzluk vardı. Ekonomik sıkıntılar, hastalıklar ve işleri toparlamak endişesi ile temsil istekleri arasında gidip geliyorduk. Son günlerde bileti almaya ve gitmeye karar verdik. Dolayısı ile yarışmaya hazırlanmak imkânımız olmadı. Sipariş verdiğimiz şaftlar gelmeyince mevcut okları tamir ederek gruplandırmak, kıyafetlerimizi alelacele hazırlamak telaşı içersinde son anda gelen hukuki davalar ve iş stresi arasında hazırlıklarımızı tamamlamaya çalıştık. Yakın bir akrabamın çok ağır hastalandığı haberi ve avukatlığını yaptığım 12 yaşında bir çocuğun başına gelen elim bir olay nedeniyle son günlerim uykusuz ve gerilimli geçmişti. Sabahlara kadar süren araştırmalarım sonucu kolluk kuvvetlerine gerekli ipuçlarını sağlayarak akrabalardan da hastayı ziyarete gelemeyeceğim dolayısı ile özürler dileyerek havaalanına yollandık. Şafak ve İlkay biraderlerim de benden farklı değillerdi. Yarışmalar bu sene çok ters bir zamana denk gelmişti. Şafak biraderim havaalanı yolunda kızının okul kaydı için son günün pazartesi olduğu yolunda mesaj alınca işler iyice sarpa sardı. Yapılan istişarede çocuklarımızın tahsil hayatının daha önemli olduğuna karar verip ağlamaklı bir yüzle Şafak biraderimizi geri gönderdik. Unutulan bir sürü malzeme vardı. Herkesin eşyası birbirine karışmıştı. Alelacele ayıklayıp bekleme salonuna girdiğimizde, sakallı birisi yanımıza geldi ve Kore’ye gidip gitmediğimizi sordu. Yanında iki arkadaş da sonra iki kişi daha. Yarışmaya ilk kez katılan Romanya ve arkadaşlarımızın iyi tanıdığı ancak bizim yeni karşılaştığımız Çek Cumhuriyeti ekibi Mihal ve arkadaşları. Birbirini ilk kez gören ama ortak paydası okçuluk olan insanlar kırk yıllık tanıdık gibi muhabbete başladık. Uçakta da yerlerimiz yan yana düşünce çek gurubu ile sohbet ede ede İnchon Havaalanına ulaştık. Arkadaş canlısı birisi Çek Mihal. Sizlere ilk selamları onlardan aldık. Mihalin Rusça biliyor olması işimi biraz kolaylaştırdı.
Havaalanından yarışmanın yapılacağı şehre 2-3 saat süren otobüs yolculuğu esnasında uyukladığım için nerelerden geçtiğimizi hatırlamıyorum bile. Kasaba gibi yerde bir tepenin üzerinde kurulu enstitünün tesislerinde yapılacaktı yarışma. Daha önce böylesi uluslararası bir organizasyona katılmadığımız için fazla tanıdığımız yoktu ve İngilizcemizin iyi olmaması bizi endişelendiriyordu. Kapıda Macaristan’dan tanıdık bir sima bekliyordu.
- Poşta! Diye seslendim. Hayatında daha önce görmediği birisinin kendisine adı ile hitap etmesinin şaşkınlığı ile yüzüme bakıyor, hatırlamaya veya tanımaya çalışıyordu.
- Türkiye’den Adnan deyince gülümsemeye başladı ve Şafak biraderimi sordu. Ama o gelememişti. Çok üzülmüştü Şafak katılamadığı için.
Bu arada dünyanın her tarafından insanlar birbirine gülümseyerek selam veriyor nereden olduğumuzu öğrenir öğrenmez tanıdıkları isimleri sıralıyor ve gelemedikleri için üzüntülerini dile getiriyorlardı. Türkiye adına şu ana kadar organizasyona katılan arkadaşlarıma bizleri bu kadar güzel temsil ettikleri için teşekkür etmeliyiz. Belli ki arkadaşlarımız çok güzel izlenimler bırakmışlar. Şu ana kadar katılanlar Murat Özveri, Cem Dönmez, Yaşar Metin Aksoy ve Metin Ateş kardeşlerimizi ismen zikredip teşekkürlerimi tekrar sunuyorum. Bu arada gene İstanbul ziyaretine gelmiş bulunan Fransız Rafael ile görüştük. Vakit gece yarısına geldiğinde oteldeki odamıza çekildik. Romanya ekibi odamıza ziyarete geldi. Oldukça dost canlısı ve meraklı arkadaşlar. Kiloluca Yujen ve arkadaşı. Neşeli esprili birisi. Ertesi gün kahvaltı sonrası kıyafetlerimizi giyip yarışmanın yapılacağı alana gittiğimizde rengârenk giysiler içersinde dünyanın her tarafından insanlar gülümseyerek birbirine bakıyordu. Türkiye standına gidip hazırlıklara başladığımızda ziyaretçi akınına uğradık. Avustralya’dan Bade Dawyer, Tayvan’dan yay ustası, Almanya’dan bir başka yay ustası, Amerika’dan, Yunanistan’dan insanlar Türkiye standına gelip arkadaşlarımızı soruyorlar yaptığımız oklara yaylarımıza ve kıyafetlerimize bakıyorlardı. Fotoğraf çektirmek talepleri yüzünden standımıza yerleşemiyorduk. Bayrağımızı nasıl asacağımızı düşünürken İspanyadan bir arkadaş elinde bandı ile koşup geliyor, Yunanistan’dan hanım okçu arkadaş ne zaman rakı, meze, uzo diye soruyordu. Herkesin yüzünde çocukça bir telaş ve sevinç vardı ki... Yaptıkları okları gösteriyor bizim nasıl yaptıklarımız hakkında bilgi edinmek istiyorlardı. Bade Dawyer, Adam Karpoviç’in hediye ettiği yayı, Alman ve Tayvanlı yay ustaları kendi yaptıkları Türk yaylarını gösterdikleri zaman gururla mahcubiyet arasında duygular hissediyorduk. Özellikle Tayvanlının yaptığı ve ender bulunan bir yılan cinsi derisiyle kaplamış olduğu Türk yayını çok beğendik. Ama bizim elimizde Grozer yay replikası vardı.
Ülke gösterilerine sıra geldiğinde önce Macaristan başladı. Uzun süren bir gösterinin ardından diğer ülkeler. 5. Sırada biz vardık. İlkay kardeşimle bu ikinci karşılaşmamızdı. Yan yana hiç ok atmamıştık. Okmeydanı’ndaki gösterinin kısa bir tekrarını sergiledik.
-Yaaaa Hakkk!!! Diye naralanıp oklarımızı fırlatıyorduk kâğıttan puta hedefine. 20 metreye koyduğumuz hedefe birbiri ardına okları gönderdik. Sadece beş atış yaptığımız gösterinin ardından stantları dolaşıp fotoğraflar çektirdik ve arkadaşlıklar kurduk. Hedefimiz yeni katılan ülkelerle arkadaşlıklar tesis etmek ve araştırmalarımızda faydalı olabilecek insanlarla tanışmaktı. Üzerimdeki zırhın gerçek olup olmadığı ve nasıl yapıldığı soruların öğleden sonra stantta göstereceğim yanıtını veriyordum. Öğleden sonra elimde halkalar ve penselerle zırh örmeye başladım. Meraklılar seyrettiler. Bir ara üzerinde deri zırh bulunan Moğolistanlı Alexandır yanaştı. Üzerine metal plakalar iliştirilmiş deri zırhıyla satıp satmadığımı sordu. Yürüyüşünde sanki Cengizhan’ın torunu imiş gibi bir hava varken kendisinin zırhından çok, benim zırhın ilgi çekmesi canını sıkmış gibiydi. Elindeki Moğol yayını denediğimde 55 kg çekiş kuvvetinde olduğunu söyledi ama 60 libreden fazla değildi. Sallana sallana dolaşıyor tank gibi yürüyordu. Cengiz hanın ordusu şayet bugün Moğol yayı diye gösterdikleri yayı kullanmış olsaydı o büyük imparatorluğu kuramazdı. O yaylar ancak balta sapı olarak kullanılabilir. Tahminim onlar her şeyi unutmuşlar ve balıkçı kabilelerden birisinin kullandığı yayı kendi yayları zannediyorlar. Bunlarla bırakın imparatorluk kurmayı bir köyü bile korumak imkânsız. Yayı ağırlaştırmak ve hantallaştırmak için ellerinden geleni yapmışlar.
Biraz antrenman yapma imkânı bulunca ilk kez gördüğümüz Moğol ve Japon hedeflerine ağırlık verdik. Biraz da Kore hedefine talim yaptık. Antrenmanlarda gayet başarılı atışlar yaptık. Ancak kırılan oklar dolayısı ile yarışmada farklı ağırlık ve spine değerindeki oklarla atış yapmak zorunda kalacaktık. Akşam gene yeni tanıştığımız arkadaşlarla sohbet ortamında geçti. Polonya’dan dostumuz Darek de orada idi. Malezya’dan sevimli arkadaşımız Şeyh Fuad Şeyh Mahmut (tek kişi) iki küçük çocukla beraber gelmişti. Mütebessim yüzleri ve sempatik tavırları ile zaten en popüler yarışmacı ödülünü kazandılar. Ertesi gün yarışmalar başladığında beşinci gurupta Macar dostumuz Poşta’nın sevimli oğlu, turnuvanın en küçük yarışmacısı Donat ile ben vardım atış çizgisinde. Diğer yarışmacılar katılmamışlardı. Poşta yaklaşıp David ve Golyah gibisiniz diye takıldı. Yarışma psikolojisi midir yoksa jetlagdan kaynaklanan uykusuzluk mudur, nedir, istediğim performansı gösteremedim. Kendime en fazla güvendiğim Moğol hedefinden sıfır çektim maalesef ama her hedeften puan alarak toplam 12 puanla 37 sırada yer aldım. Türk ekiplerinin şu ana kadar en iyi derecesi olması beni biraz teselli ediyordu. Ama insanların bizden beklentisi çok daha fazla. Efsanevi Türk okçuluğu yeniden dirilmeli ve eski ihtişamlı günlerine dönmeli artık. İnşallah bu günleri de göreceğiz. Elimizde ustalarımızın yaptığı yaylarla hiç olmazsa 900 gez mesafesini bulmalıyız.
Yarışma sessiz sedasız gidiyorken sıra Kore hedefine geldiğinde nasıl olsa menzil atışına benziyor diye bir kemankeş narası patlattım. Benden sonra sessizlik bozuldu özellikle Japonlar yarışmacı arkadaşlarını motive etmek için kulağının dibinde bas bas bağırıyorlardı. Yarışmaya kötü başlayan Manoş ta isabet kaydettikçe “Iaaaahhhhhhh!!” gibi anlamsız sesler çıkartırak başarısını ilan ederken şamatadan korkan Moğol bebeğin çığlık çığlığa ağlaması kahkahalar arasına karışıp gidiyordu. Hepimiz kocaman çocuklar gibiydik.
Japonlar bu sene çok hazırlıklı gelmişlerdi ve dolayısı ile birinciliği aldılar. 32 senedir okçuluk yapan ve kyudo hocası, 3 yıldır bu organizasyonda yarışan Prof. Dr. Makinori Matsuo usta bile geçen senelere göre turnuva rekoru kırmasına rağmen ilk üçe giremedi. Macarların her hafta 3-4 kez yarışma düzenledikleri Moğolların da onlardan aşağı kalmadıklarını da eklersek rakiplerimizin kimler olduğu konusunda biraz bilgi vermiş oluruz. Bu arada Romanya’dan dostumuz Yujen yarışmanın sürprizini yapıp 3’lüğü elde etmesin mi! “Rekor kıracağım galiba Adnan. Hayatımda bu kadar ballı atışlar yapmadım” diyordu yarışmaya başladığında. Ben her zamanki gibi şaka yaptığını zannediyordum. Oysa bu sefer ciddiymiş. Rekor kıramadı ama bronz madalyayı kaptı neşeli arkadaşımız.
İlkay kardeşimin araştırmaya çok meraklı olduğunu söylemeliyim. Sohbet aralarında kayboluyor, yakındaki ormandan bitki tohumları, böcek örnekleri falan topluyordu. Fidan üretmek için farklı ağaçlardan tohum edinme gayretleri görülmeye değerdi. Japon akçasının tohumu henüz olgunlaşmadığı için ondan örnek alamadık ama etrafımızda huş ve porsuk ağaçları vardı. Akşamları oldukça neşeli geçiyordu. Ben bir türlü bırakamadığım zıkkımı içmek için sık sık kapı önündeki keşhaneye gidiyor, pipo meraklısı Avusturyalı, tiryaki Poşta ve diğer içici arkadaşlar ile keşhane sohbetleri yapıyorduk. Bir ara sohbet Macaristan İmparatorluğuna geldi ve Dostumuz Poşta, Avusturya’nın, Sırbistan’ın diğer Balkan ülkelerinin Macar İmparatorluğu sınırları içersinde olduğunu söyleyip duruyordu. Poşta biraz uzaklaşınca Avusturyalı: “niye şişinip duruyor anlamadım, oraları en son Osmanlı imparatorluğunun topraklarıydı” deyince kahkahayı patlattık.
Uykusuz sabahlarımdan birisinde saat 04’te Fransa’dan benim gibi kafası açık uzun boylu Fransız’ın lobide oturduğunu fark ettim. Yanına gidip jetlag problemi yaşayıp yaşamadığını sordum. O da benim gibi uykusuzluk çekiyordu ama o İngilizce ben Fransızca bilmiyorduk. Sorun değildi. Fransızca tane tane anlatmaya, kendi sitelerinden resimler göstermeye başladı. Sadece iki sözcük ibaret Fransızcam olmasına rağmen adamın sanatçı olduğu ve müzelerde yıpranmış resimlere restorasyon çalışmaları yaptığını, prehistorik oklar ve yaylarla ilgili bir grupları olduğunu, bunlarla ilgili yarışmalar düzenlediklerini, köyler kurduklarını anladım. 1 saatten fazla süren bu muhabbetten sonra bizim sitedeki ok yapımı ve yay yapımı ile ilgili hazırladığımız klipleri gösterdim. Çalışmalarımızın çok dikkat çektiğini söylemeliyim.
Akşam Düzceli dostumuz Sami Ustanın verdiği ebruları hediye olarak dağıtıyordum. Sıra Fransız ekibine geldiğinde Rafael’e seçmesini ama sanatçı arkadaşının seçmesi halinde daha iyi bir tercih yapmış olacağını söyledim. Birazdan bu sanatçı arkadaş gelince elimdeki ebrulara bakıp woooooow! diye bir ses ve beğeni mimikleri ile ebrulara daldı. Fransızca bana bu ebruların modern stilde yapılmış çok iyi ebrular olduğunu, sanatçının ebruya yeni başlamış kabiliyetli bir sanatçı olduğunu anlatıp dururken, Manu yanımıza yaklaşıp Fransızca; “yahu bu adam Fransızca bilmiyor ne anlatıyorsun?” kabilinden bir şeyler söyledi. Manu’ya bize engel olmamasını ve birbirimiz anladığımızı söyledim.
“- İkiniz de kel olduğunuz için anlaşma sıkıntısı çekmiyorsunuz anlaşılan” diye espriyi patlatınca hep beraber kahkahalarla güldük. Ebru çeşitlerini ve desenlerini çok iyi bilen bu arkadaş ebruları çok beğendi. Bu arada Sami ustaya teşekkürlerimi sunuyorum. “Abi benim param yok ama elimde sanatım var. Lütfen gittiğiniz yerlerde bu ebruları hediye edin” diyerek elime tutuşturduğu 50 kadar ebru dünyanın her tarafından kadim dostlarımıza hediye edildi ve herkes tarafından çok beğenildi. Artık dünya kemankeşlerinin evlerinin duvarlarını Türk ebruları süsleyecek.
Bir başka ilginç anım da gene bu Moğol Alexander ile ilgili. “Ben okçuyum” diyordu ve “Moğol’um, eğer biz atamamışsak 800 metreye Türklerin de atması mümkün değil.” İkna etmeye uğraşsam da bir türlü kani olmuyordu. Elbette elinizdeki kazma sapı ile bu rekoru kırmanız imkânsız diyemedim. Macar Manoş’un kısa bir zaman önce 500 metreye atığını söyledim. Okmeydanı’ndaki atışların olimpiyat oyunları gibi çok disiplinli bir tarzda yapıldığını, ayak taşları ile menzil taşlarının hâlâ yerinde olduğunu söyledim ama ne söylersem söyleyeyim kâr etmedi. Bu arada Manoş elinde 90 librelik ve 100 librelik yaylarla yanımıza gelip Macarca konuşmaya başlamaz mı! Çekmesi için bizim gururlu Moğol’a yayı uzattı. İri cüssesi ile bu yayı parçalarım edasındaki Saşa (Alexander’in kısa ve samimi söylenişi), yaya asılır asılmaz yüzü önce kızıl sonra mor renk almaya başladı. Ben bıyık altı gülerek Moğol’un yüzündeki şaşkın ifadeye bakıyordum. Manoş, Türklerin 800 metre’den fazla attığını sanki öğütlemişiz gibi anlatmaya başladı. Adam Macarca konuşuyordu ama işin garibi anladık. Ben anlamamış gibi yapıp yazmasını işaret ettim. Beni işaret edip “török” diyor ve eliyle 800 metre yazıyordu. Moğol bayağı demoralize olmuştu. 90 librelik yayı çektimse de 100 librelik yay beni zorladı. Tam çekiş yapamadım. Sakatlık olmasın diye fazla da zorlamadım.
Aramızda benzer bir sohbet de Çek Mihal’le geçti. Manoş’un 500 metre üzerinde atış kaydettiğini söylediğimde Gökmen kardeşimizin onu geçtiğini söylemesi üzerine afalladım.
-“Mihal bir yanlışlık olmasın. Elbette gökmen kardeşimin Manoş’u geçmesi hoşuma gider ama benim haberim olurdu.”
“-Yok Gökmen onu geçmiş” dedi.
“-Mihal nerden öğrendin bunu?” Diye sordum.
“-Rafael’in dergisinde yazıyor” dedi. Sevindim elbette. İlk defa bir Türk 900 gez atmış demekti bu. Sonra aklıma geldi ve sordum;
“- Mihal sen Fransızca biliyor musun?”
“-Hayır”
-“Nasıl anladın o zaman Fransızca dergiden Gökmen’in bu mesafeye attığını?”
“-Ne bileyim orada öyle rakamlar yazıyordu.”
“-Allah müstehakkını versin senin.”
Gülümsedik. Maalesef bir Türk’ün 900 gez atması için biraz daha beklememiz icap edecek. Anlaşılan Gökmen kardeşimizi sevdiği için yazıyı yanlış anlamıştı. Olsun birkaç dakikalığına da olsa arkadaşlarımızdan birinin 900 gez atmış olmasının hayali neşelendirmişti bizi.
Yunanlı dostlarımız da ebruları çok beğendiler. Onlar için bir lale ve deniz mavi renkli ebrulardan seçmiştim. Lalenin İstanbul’un sembolü olduğunu mavi renkli ebrunun da aramızda dostluğu sembolize eden Ege Denizi olduğunu söyledim. Bizi muhakkak Yunanistan’a bekliyorlar. Beraber rakı ve uzo içeceğiz meze yiyeceğiz, çok eğleneceğiz diyorlar. Ellerinde atmak için Moğol okları yoktu. İlkay kardeşimin getirdiği kauçuk şişe tapalarından yaptığımız çakma Moğol oklarını yarışma esnasında onlara verdikten sonra bu yardım dolayısı ile samimiyetleri daha da artmıştı. Kadıncağızın samimi tavırları nedeniyle İlkay kardeşim uzaktan bıyık altı gülüyor “seni gidi seni” der gibi işaretler yapıyordu. Mrs. Vassiliki Bozikis’in başparmakları kavrayan delikanlıca bir tokalaşma gösterisine kibarca elini öperek cevap verdim. Bu jestten oldukça memnun olan hanımefendi beğenisini sarılarak göstermez mi! İlkay kardeşim inşallah çektiği bu kareleri internete koymaz yoksa hanımla papaz oluruz.
Bir de iriyarı bir Moğol hanımefendi geldi fotoğraf çektirmek için. Toplam 3 kız ebadında vardı rahat. Arkadan belimi öyle bir kavradı ki 11 kg. lık zırha rağmen baskıdan bir bismillah çekmişim. Fotoğraftan sonra bir de kucaklaması mı? Kemiklerim çatırdamaya başladı. Saşa çekemedi 90’ lık yayı ama bu 110 kg’ dan aşağı olmayan zarif hanımefendi 120 lik yaya bana mısın demez alimallah. İyi ki tepeden tırnağa zırhlıymışım diye dua ettim. Rusça sorduğu sorulara anlamıyormuş gibi yapıp özellikle cevap vermedim. Bir rozet hediye edip yanağımdan makas aldıktan sonra uzaklaştı çok şükür.
Katılım için çok geç kaldığımızdan maalesef orada sunum yapamadık. Baştan sona izlediğimiz sunumlarda Sık sık Türk okçuluğuna atıfta bulunulması bizleri memnun etse de ilk defa bu sene Türkiye’den sunum yapılmadığı için canımız çok sıkkındı. Kitap bastıracakları için sunumların erken iletilmesi gerekiyordu. Katılamayacağız dediğimiz için bizi sunum listesinden çıkartmışlardı.
Son günlerde Türkiye’ye verilen kontenjanın artırılması için gayretler gösterdik. Organizasyon komitesine Rusya ve Türkî Cumhuriyetlerdeki sporcularla irtibatımız olduğunu onlara yardım edebileceğimizi söylediğimde Prof. Lee çok sevindi. Hemen Komite Başkanı Sayın Won’a durumu iletti ve mimiklerinden Bay Won’un da bu destekten çok memnun olduğunu anladım. İrtibat konusunda bizden yardım talep ettiler. Seneye inşallah Türkî Cumhuriyetlerden sporcular da orada olacaklar ve Türkiye’nin kontenjanı artırılacak. Buraya daha fazla arkadaşla gelmeliyiz. 10 kişi gelebilsek ne kadar güzel olur. Turnuvanın sürpriz isimleri Romanya’dan arkadaşlarımızla beraber geriye döndük. Uçakta ne içeceğimiz sorulduğunda “Çay” yanıtı veriyorduk. 6 gündür kahvaltıda pirinç lapası balık ve pirinç suyu içmekten fenalık gelmişti. Fotoğraflar mı? Valla bende bir tek kare bile yok. Hem fotolar hem videolar İlkay kardeşimin uhdesinde. Ben de sizin gibi İlkay kardeşimin himmet edip fotoları göndermesini bekliyorum. Bu arada seyahatimiz için hanımı yeni doğum yapmasına rağmen gerçekten büyük bir gayret göstererek son anda gitmemizi temin eden Metin biraderime tekrar teşekkür ederiz.
Eylül 2009 İstanbul

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Moğolistan’da Benzersiz keşif




Bir yakınımız daha ölmüş Moğolistan’da

Arkadaşlarımız okla ilgili araştırma yaparken tarihimizi ilgilendiren bir şeylere ulaştığımızda paylaştığımızı bilirler. Geçenlerde Azad Kuldevlet kardeşimiz haber vermişti Moğolistan’da bir kurgan kazılmış diye. İşlerimiz dolayısı ile ilgilenmeye vakit bulamamış idik. Sizler için konuyu biraz araştırayım dedim. Haber başlığı şöyle “Unikalnaya Nahodka Arkeologov v Mongolia -Moğolistanda Arkeologların Benzersiz Keşfi”

Tvcom-tv.ru internet sitesinin haberine şöyle bir göz atalım bakalım: Size de ilginç gelecek mi? Haber daha taze sayılır. Şöyle diyor 16.07.2009 tarihli haberde:

“Rus-Moğol ortak araştırma ekibi 7. yüzyıla ait, bilim adamlarının göçebe -Türk halklarının tarihine alışılmış bakış açılarını büyük ölçüde değiştirecek bir buluntu keşfetti. Arkeolojik eserleri görebilmek için ekip üyeleri birkaç ton toprak çıkartmak zorunda kaldı. Böylesi Moğolistan’da daha önce keşfedilmedi.

Bu sadece bir kurgan değil, bir zamanlar etrafı kuleler ve toprak setlerle çevriliydi. İçerde arkeologlar üç kemerli bir galeri içine konulmuş ve içinde kilden insan ve at heykelcikleri bulunan kerpiçten iki niş buldular (odacık).”


Fesuphanallah yahu bu adamlar göçebe değil miydi? Ne şehri, ne heykeli? Bu adamlar kültürsüz, bir şey üretmeyen, medeniyete hiçbir katkısı olmayan, tarih dışı diye sınıflandırılan, asıl geçimi yağmacılık olan barbarlar değil miydi? Bakın haberde bile göçebe-nomad diye yazılıyor. Kim koymuş acaba o heykelleri oraya? Büyük olasılıkla ya Çinlilerden çalmışlardır ya da İranlılardan. Bakalım uzmanlar ne demiş bu konuda? Benim gibi kel kemankeşin lafına kim itibar edecek? Devam ediyoruz;

“Eski liderin mezarı kerpiç duvarla kapatılmışsa da, bu gömüt kendi zamanında soyguncular tarafından yağmalanmış. Kerpiç duvarın bir kısmı yıkılmış, mezarın girişini koruyan kilden iki aslan heykeli kırılmış. İçerde bulunan ahşaptan insan, kuş, hayvan ve balık heykelcikleri korunmuştur. Üstelik eski ustalar tarafından figürler insan yüzüne çok benzer şekilde yapılmış”

Olacak iş değil! Gerçekçi akımda bir sanatkâr ve içerde yatanın yüzüne benzer tarzda heykelini yapmış. Göçebelerden heykeltıraş çıkmayacağına göre herhalde heykeltıraşı dışarıdan ithal etmişlerdir. Faks çekmiş veya telefon etmiş olmalılar. Bu Türkler göçebe ya nerden bilsinler böyle işleri!

-“Aloo!!! Abi be sevabına Yunanlılara söyle, bize bir iki tane heykeltıraş göndersinler. Reisimiz öldü ona bir heykel yapılacak. Mezarına koyacağız abi, ilk uçakla gönder sana zahmet. Orada yoksa Florensa’ya falan haber verin. İranlı heykeltıraşlar bizim pek hoşumuza gitmiyor, onlar gerçekçi yapamazlar. Çinliler de çok süsleme yapıyor, biz ne de olsa göçebeyiz, öyle süslü işler bizi bozar .”

İşe bak hem de kulelerle süslenmiş toprak barikatlı bir kale ve ciddi bir antik şehir bulunmakta. Hiç göçebenin şehri mi olur? Onlar at üstünde gezerler hiç durmadan. At çobanıdırlar, bir de koyun beslerler. At eti yer, kımız içerler. Bize öyle anlattınız şimdiye kadar. Bakalım başka ne demiş uzmanlar?


“CO RAN ( Rus Bilim Akademisi Sibirya Bölümü) Orta Asya Tarih ve Kültür Enstitüsü Moğoloji,Tibetoloji ve Budizmoloji Bölüm Müdürü Sergey Danilov:

Buluntular, kumaş üretimi, kerpiç imali, dülgerlik (marangozluk) sanatlarında yüksek seviyeye ulaşıldığını kanıtlamaktadır ve bu “Göçebe” Türklerde sanatın gelişmediği yerleşik bakış açısını-(kanaatini) çürütmektedir.”


Hayda! Adamlarda el sanatı ileri düzeydeymiş. Bizden birisi yapsa bu yorumu İrlandalılar “Hadi oradan be!” derdi. “Kafatasçı mısın nesin? Eşkıyaymışız be kardeşim, vurmuşuz kırmışız almışız, bunu bir defa kabul etmemiz lazım.” “Toynbee abi be “tarih dışı” halkların yapacağı işler mi bunlar? Ne işler karıştırıyor bu Moğol ve Rus arkeologlar. Abi bu dülgerler, heykeltıraşlar, kumaş dokumacılar nerden gelmiştir? Hangi zavallı “ari ırkın” temsilcileridir bunlar. Göçebeler bunları yapamaz di mi abi.? Kafamız karıştı. Yıllardan beri seni tarihte otorite saymışız. Sen buyurmuşsun “tarih dışı halklardan olduğumuzu.” Sevabına hâlâ yaşıyorsan şu işi yorumlayıver. Bu Ruslar alkole müpteladır ne dediklerini bilmezler. Adamın sıfatı bir paragraf kadar var ama saçmalıyor galiba. Kitap yazmana falan gerek yok, sen dersen biz inanırız. Bizim göçebe aklımız ermez böyle şeylere. Zamanında casusluk falan yapmışsın, yazdığın “Mavi Kitap”ta sahtekârca attığın kazığı hâlâ çıkartamadık ama sen bizi yine de seversin abi. Sen ne de olsa “Türk dostu” olarak bilinirsin bu ülkede. Açıkla gözünü seveyim.’

“Kazı alanının yerini Moğolistan Uluslararası Göçebe Medeniyeti Araştırmaları Enstitüsünden Prof. Oçir 7 sene önce keşfetti. Arkeolojik araştırma ancak Moğol alimlerin kazı-araştırma yapabilecek ortak ve alan çalışmasının finansmanını bulduktan sonra başlayabildi. Moğolistan Uluslararası Göçebe Medeniyeti Araştırmaları Enstitüsü, Uluslararası Projeler Koordinatoru Tayjid Ayuydayn Oçir: “Bu gömütü keşfettikten sonra uzun bir süre kimle çalışacağımıza karar veremedik, sonunda şu anki Rus arkeolog arkadaşlarımızda karar kıldık.”

Oçir abi orda kazı alanının hemen 165 km alt tarafında bizimkiler olması lazım. Hani Orhun yazıtları var ya? Hah Oradalar işte. Onlara haber vermediniz mi abi? Hani oraya depo falan yapmışlar, yazıtları depoya koymuşlar, kaplumbağanın üzerine yazıtı ters yerleştirmişler ama olsun. Cepheye de Çince tarafı çevirmişler ama o da önemli değil. Bir de oralara asfalt yol yapıyorlarmış. 3 sene öncesine kadar oralarda araba bulunamazken Moğolların her birinin altında son model cipler varmış. Bereketli topraklar üzerinde ellerinde detektör bize ait kurganlardaki altın eserleri götürüp çarşıda pazarda satıyorlarmış. Zaten yakın zamana kadar oralarda bu mezar soygunculuğu yasak değilmiş. Yeni yasalaşmış galiba ama harıl harıl altın aranıyormuş gene. Bizimkiler de oralara yol yapmakla meşgulmüş, onlara bir haber verseydiniz belki ilgilenirlerdi. Yol bitince kaldırım yapmaya başlarlar. Her sene de değiştirirler artık. Belki oraya da bir asfalt yol yaparlardı. İnsan haber vermez mi? Ne de olsa siz bizim amca çocuklarımız sayılırsınız. Ayıp değil mi Ruslarla çalışıyorsunuz?


“Arkeologlarca keşfedilen bu kurganın sadece 2 km yakınında eski bir yerleşke bulunmaktadır. Daha önce bu yerleşkenin Uygurlar veya Kidanlar tarafından kurulduğu düşünülüyordu. Ancak son keşif bilim adamlarını bu görüşlerini gözden geçirmeye zorlamaktadır.”

Uluslararası Göçebe Medeniyeti Araştırmaları Enstitüsü Bilim Adamı Lhakvasuren Erdenebold: Bu eski (antik) yerleşkenin üzerinde çalıştığımız höyük (kurgan-Nekropol) ile bağlantısı olduğunu düşünüyoruz. Araştırmaya devam edeceğiz.”

Yahu Erdenebold hocam sen bari bizimkileri tanıyorsun. TTK’nın sayfasında birkaç çalışmada soyadını gördüm. Herhalde adını doğru okuyamadılar. Kim verdi abi bu ismi sana ya? İnsan sevabına bir haber verir. Belki aradığınız finansmanı bir şekilde sağlarlardı. Ne olacak bir kazı masrafından? Bak bizim kurumlarımız bir sürü kazıya destek oluyor. İçlerinde bizim tarihimizle ilgili çok az kazı var ama olsun, belki ilgilenirlerdi abi ya. Neyse fazla cıvıtmayalım. Kemankeşler gene uzun yazdın diye başımın etini yiyecekler.

“Bazı tarihi kaynaklara göre bu antik yerleşim noktası 647 yılında Tuul Nehri yakınında kuruldu. Arkeologlar bu antik şehirde farklı zamanlarda Moğolistan topraklarında göçebe imparatorlukları kuran, Türk, Kidan ve Uygur, olarak 3 ayrı halkın yaşadığı 3 farklı katman bulunduğunu düşünmektedirler. Ancak bunun doğruluğu gelecek sene tetkik edilebilecek.”

Yevgeni Pavlov’dan geçen haber böyle. Bu kazı alanı Dzaamar denilen küçük bir kasabanın yanındaki Tuul Irmağı’nın yakınında. Tuul Irmağı, Orhun Nehri’nin kollarından birisi ve bu alan Orhun Yazıtları’na çok yakın. Güney batı istikametinde kuş uçuşu 165 km. Moğolistan da yol yok zaten, hadi olsun 200 km. Ben bu haberi bizim televizyonlarda duymadım. Acaba bizi hiç mi ilgilendirmiyor? Haberle ilgili adresi veriyorum. Rusça anlamasanız da bu kurganın içini görmenizi tavsiye ederim.Kanal Rusya geneline yayın yapan ciddi bir televizyon kanalı ha!!! öyle yerel tv falan değil

http://zvezdanews.ru/video/day_events/science/0033411/
http://rutube.ru/tracks/2137013.html?v=2862ac76e0cdc6042b889e05a1040a47&autoStart=true&bmstart=131

Adamlar nasıl da hararetli veriyorlar haberi. “Benzersiz keşif” diye. Bizden ilgilenen olur mu acaba? Ha! bir de yakınlarda büyük bir altın madeni var. Altın işlemede de atalarımızın ileri düzeyde olduğu bazı “densiz, kendini bilmez bilim adamları” tarafından söylenmekte. Anlatılanlara göre Bilge Kağan hazinesi denilen hazine, Tutankamon’un mezarından sonra en fazla altın buluntuya sahip kazı özelliğini taşıyor. Kurganlarda bol miktarda ele geçirilen altınların kaynağının burası olması olasılığı hiç de az değil. Gözünüzü seveyim beze ait olduğunu sağır sultanın bile duyduğu, kabul ettiği Orhun Yazıtları’nı sıvazlayıp durmaya ara verin de etrafınıza biraz bakın. Hazine avcıları kurganlarımızı daha fazla talan etmeden etraftaki eserleri tespit edip koruma altına alın. Bırakın yolla, kaldırımla uğraşmayı da, tarihimiz yağmalanıyor ne olur biraz sahip çıkın.

İSKİTLEŞTİREBİLDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ ?

Bizimkiler ilgilenmezse ne olacağını ben size söyleyeyim. Ruslar bu işe fon bulamayacaklarından, daha doğrusu bulmayacaklarından, önceki kazılarda olduğu gibi araştırma yapmak üzere bu eserler Alamanya’daki veya Amerikanya’daki laboratuarlara gidecek. Bir sene gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra, mevtanın beyaz olması hasebiyle İskitlere ait olduğu söylenecek. İskitlerin “İndo-İrani bir halk” olması dolayısı ile Hint- Avrupa dil ailesi bağlantısından ari ırkın temsilcilerinden birine, kuvvetle muhtemel ki İndo-Germen halklardan birisi olduğu bilimsel (!) olarak açıklanacak. Tıpkı daha önceki buluntuların başına geldiği gibi.

Almanlar İndo-germen halkları Asya içlerinde aramaktan vazgeçmişlerdi. İkinci dünya savaşında Rusların elinden Asya’yı alamadıkları için olsa gerek. Daha çok İskitlerin torunu olduklarını iddia ettikleri Osetler üzerinde duruyorlar ve Osetya da cirit atıyorlar ama bu buluntu bence Asya ya geri dönmek için iyi bir sebep. Tabii önce usulünce İskitleştirilmesi icap etmektedir. Böylelikle Romanya’dan taa okyanusa, Kuzey Çin’den Kuzey Sibirya’ya kadar uzanan dünyanın en büyük imparatorluğu kurulmuş oluyor. “Hayali İskitya İmparatorluğu” Nerede önemli bir eser varsa, İskitya oraya kadar uzuyor. Buzlardan daha Kamçatka da araştırma yapamıyorlar yoksa oraya da çıkacağından şüpheniz olmasın. Yalnız orada sınır belli Bering Boğazı. Orası artık Amerikanya’nın başlangıcı sayılacağı için İskitleştirilmeye ihtiyaç yoktur..Kafanıza İskit göçebesi kadar taş düşsün ne diyeyim.

İLGİSİZLEŞTİREBİLDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?

AA dan bir muhabir vasıtasıyla ajansa gönderdim haberi, onlar da ilgilenmediler. Demek ki önemsiz bir haber. Elin Rusunu, Moğolunu heyecanlandıran haber bizimkilerin kılını kıpırdatmıyor. Başka bir yerde gene aynı bölgede içinde violeine benzer müzik aleti çıkan bir kurgan kazısı haberi daha vardı onunla da ilgilenmezler nasıl olsa göndermeye gerek yok. Gene bir yetkili Korelilerle ve Çinlilerle yapılan ve son 4 – 5 yıldır kurgan kazılarında elde edilen Hun dönemine ait yığınla altın ve gümüş eşyanın restorasyonlarının Kore de yapıldığını ve orada sergilendiğini söylüyor, o da önemsiz bir haberdir. Veya 2,5 metre boyunda duvar kabartmasının (Uygurlar ait) buluntusu da önemli sayılmaz. Yahu Hunlar bizim atalarımızdan değimliydi? Urumçi’de katledilen Uygurlarla aynı soydan değimliydik? Cengiz hocayı aramıştım geçende. Kazı alanı olarak tespit ettikleri 10.000. yerden bahsetti. Düşünebiliyor musunuz sadece Moğolistanda 10.000. alan kazılmayı bekliyor. Kim bilir Doğu Türkistan’da Tuva da Altaylarda Minusinsk Havzasında Krasnayarskda ve batı kısımlarında ne kadar eser vardır ve arkeolojik zenginliklerimiz yerin altında bekliyor. Bizden haber de yok ilgi de yok. Tarihine sahip çıkamayan geleceğini nasıl şekillendirebilir? Nasıl büyük düşünebilir? Nasıl büyük rol oynayabilir? Hadi vazgeçtik Hundan Göktürkden diğer Türkî halklardan yahu bu ülkede Selçukluyu doğru dürüst araştıran arkeolog var mı? Sızlanıp duruyoruz bize göçebe rolü verildi diye. İlgisizliği gördükçe bazen bize verilen o rol bile fazla diyesim geliyor. Olsun ne yapalım ben de sizinle paylaşırım.

9 Ağustos 2009 Pazar

Kemankes celebi gezi notları Gerede-Düzce

Sıcaklar bastırdı artık. Rehavete garkoldu kemankeşler. Hatta mayıştık iyice. Ama yapılacak işler var, gidilecek mekânlar, araştırılacak konular var. İşlerin arasına serpiştirebildiğimiz kadarı ile sırayla halletmeye çalışıyoruz. Kemankeş Çelebinin yolu Ankara Sincan’a düşmüştü bu sefer. 29 Temmuz sabah 04 de İstanbul’dan hareketle ulaşılan Sincan’da, akşam saat 17.00 ye kadar süren adliye koşuşturmaları nedeniyle Ankara’da ki dostlarımıza uğrayamadık elbet. Dönüş yolunda şu Eskiçağa-Yeniçağa neresiymiş, yay yaparlar mıymış, gökçe ağaç dedikleri ağaç, huş ağacı olabilir miymiş sorularının cevabını araştıralım dedik. Saat 18,30 suları Yeniçağa gölünün etkileyici akşam manzarasını otoban kenarından bir deklanşör basımlık kadar seyrettikten sonra çıktık gişelerden. Yeniçağa 5-6.000 nüfuslu bir yer. “Nasıl olsa bu saatte sorularımıza cevap verecek birisini bulamayız ayrıca burada böyle iptidai şeylerle uğraşan olmaz zaten” diye Eskiçağaya gitmeye karar verdik. Yolda telefonla aradığım Metin Orhan Hocam da zaten Mengen orman işletme yetkilileri ile görüşürsen iyi olur diyordu. Adres soralım diye yaşlıca bir vatandaşın yanında yavaşladık. Araştırıyorum güya ama nedense bir bezginlik var üzerimde. Oblamov* modunda hissediyorum kendimi.
-“Hacı ağabey!! Eskiçağa nerede? Buralarda yay yaparlarmış eskiden,sen bilmezsin deden de bilmezdi, ama duydun mu bir şeyler?. Müzeye benzer bir şeyler veya evinde eskiden kalma yay ok falan olan birilerinden haberin var mı?” Arkadaşlar garipliğe bakar mısınız. Arabanın penceresinden sorulacak soru mu bunlar? Dedikya Oblamov modundayız diye. Bereket Hacı ağabey olgun. Kibarca yanıtladı;
-“Hoş geldiniz, Eskiçağa’ya şuradan gideceksin. Buralarda öyle bir şey yok, belki Eskiçağa’da vardır. Orada kahveci İsmail’e sor. O sana yardım eder. Selamımı söyle” dedi.
-“Eyvallah hacı abi” dedik Mengen yoluna doğru yola koyulduk. Eski çağa dedikleri 10-15 hanelik bir köymüş meğerse. Eski, sevimli bir kıraathanesi var. 5-6 kadar emeklilik günlerinin tadını çıkartan vatandaş oturmuş sohbet ediyor. Çekip arabayı kahvenin karşısına açıp pencereyi sorduk;
-“Eskiçağa burası mı?” Arabanın durduğunu görür görmez yerinden zaten fırlamış olan güleç yüzlü bir Anadolu insanı arabaya yaklaşıp :
-“ Evet efendim”. Nedense canım arabadan inmek istemiyor.
- “Kahveci İsmail kim?”
-“Benim beyim buyurun” İçimden; ‘Akşam üstü adrese teslim bela mısın nesin. İnsene lan arabadan aşağıya!!!. Adam ayağına kadar gelmiş sen hala ukalalık ediyorsun’ diye söylenerek indim arabadan.
-“Selamün aleyküm! Sana birisinin selamı var ama kim olduğunu bilmiyorum yolda rastlamıştım”.
-“???. Aleykum selam.” Anlattım meramımı. Kibarca dinlediler hemen bir çay söyleyip.
-“Valla sizin dediğiniz yayı bilmeyiz ama dedelerimiz Osmanlı zamanında demir işiyle uğraşırlarmış atların nallarını, mıhlarını, demir aksamlarını yaparlarmış”. Hayda! Bu da nereden çıktı şimdi.
-“At arabalarının makaslarını da yaparlar mıymış?
-“ At ve araba başta olmak üzere her türlü demir işi yaparlarmış”
-“Ya şafak biraderim sen bu adamların yay ustası olduğunu nereden okudun? Hele bir daha bak. Bunların yaptığı yay bizim yay değil, yaylı arabanın yayı galiba” “Belki temren falan yapmışlardır” diye tarif ettimse de netice yok. Evinde yay veya ok bulunan birini de bilmiyorlar. Anlaşıldı vaziyet bir de şu gökçeağaç dedikleri ağacı soralım bakalım;
-Buralarda gökçeağaç derler bir ağaç varmış bilir misiniz bu ağacı?
-“Beyim biz kayın ağacına gökçe deriz.”
-“ Yahu hele bir gösterin, marangoz varsa bir parça alalım. Canım Türkiye’mde ne kayın, kayın ne huş huş, her yerde ayrı isim aynı ağaç.
-“ Buyurun beyim gidelim” dedi. Ahmet yılmaz isimli bir hacı ağabey. Bindik arabaya düştük Mengen yoluna. Pazarköy müdür nedir oranın orman işletme deposuna soktu Ahmet ağabey bizi. Koca koca kütükler dizili koca alanda.
-“Aha dedi gökçeağaç.”
-“ Hacı abi bu bal gibi kayın yahu. Huş falan değil.”
-“Beyim burada huş ne arasın. Bunları siz kayın olarak biliyorsunuz biz gökçeağaç. İstediğini al.”
-“Hacı abi koca kütüğü ne yapayım, nasıl taşıyayım? Zaten kayınsa gerek yok. Bir marangoz bulalım hele.” Pazarköy içinde bir kahveye gittik. 3 masalık okey takımı çalışma yapıyor. Ama ne hararetli bir antreman anlatamam. “Hoşgeldiniz” dediler oyuna ara verip. Gülümsedik. Hah şöyle be karşılama dediğin böyle olur. Kahveci hemen ne içeceğimizi sordu buyur etti başköşeye. Dedik “bir marangoz lazım”. Hemen aradı birisini. Ulaşamayınca “gidelim beraber marangozhaneye” dedi kahveyi elemanına emanet edip bizimle beraber geldi. Marangozhane dedikleri oldukça iri bir ağaç işleme atölyesi. Gökçeağacın bildiğimiz kayın olduğunu tesisin sahibinden teyit ettikten sonra karaçam ve köknar iki parça ağaç alıp döndük gerisin geriye. Aklıma 8 sene önce gene Mengende rastladığım 11 çocuk sahibi yaşlı ama dinç bir Mengenli geldi. Gülümseyerek anımsadım, otostop yapıyordu Yedigöller yolunda. Neşeli, müthiş zeki bir Anadolu insanıydı. Mevzuyu hatırlamıyorum şimdi ama “hacı amca sen de az değilmişsin ha” diye gururunu okşayayım derken, “ bedenümü şişüme avkat bey” cevabındaki zakaya ve espriye kahkahalar atmaktan gözümden yaş gelmişti. Güler yüzlü insanlar eski-yeniçağalılar, Mengenliler. Uğrayın yolunuz düşerse. Buralarda huş ağacı yok, yay ustası da olmamış. Çega tutkalını hiç duymamışlar. Yani bu bölgede akçağaçtan başka işimize yarayacak bir şey yok gibi.
Akşam kadim dostumuz Düzceli Sami ustayı ziyaret edip orada sabahladık. Sami ustayı bilmeyenler için söyleyeyim her yönüyle sanatkâr. Asıl işi gümüşçülük ama elinden gelmeyen iş yok. Bizim gümüşten zighirleri yapan usta. Birde tasarımları kendisine ait gümüşten, savatlı bilezikler yapar ki görenleri hayran bırakır. Hanıma hediye etmiştim nefis bir tane. Amerikalı birisine yaptığı en son savatlı oymalı gümüş bileziği gösterdi, nutkum tutuldu. Üzerinde Bulgari yazsa en tanınan model olur ama “ameli Sami” yazdığı için meraklısından başkası bilmez. Bu nedenle Sami Usta gibi sanatkârlar şehir merkezlerinde dükkânlarının kiralarını ödeyemedikleri için atölyelerini köydeki evlerine taşımak zorunda kalırlar. Orada bir yandan bilezik, yüzük yapıp geçimini temin etmeye çalışırken, diğer odada köyün çocuklarına ebru sanatını, toprak boya yapmaktan başlayarak öğretir Sami usta. Ekrem kardeşim yay kalıplarını bir gönderebilse yay yapmaya da başlayacak geçen sene temin ettiğimiz akçaağaçlardan. Sami ustamla sabah üçe kadar muhabbeti koyultunca ertesi gün 10.da zor uyanabildik elbette.
- “Sami ustam, şu bizim kemankeş ormanına bir gidelim mi?”. Atladık arabaya Sami ustamla yanında dünya tatlısı çocukları ve misafiri Emreyle. Delikanlı üniversitede öğrenciymiş. Sohbet tabi zırh, ok, yay, tarih olunca birkaç defa sordu garibim yanlış duyduğunu düşünerek.
-“Abi sen ne iş yaparsın?”
Dereden geçtik su şırıltılarını dinleyerek. Ulu ağaçların olduğu bir orman hayal ediyorum elbet. Bir an önce büyüsün akçalarımız. Büyümüş ama akçalar değil yabani otlar. Bri sene olmadı daha nerden büyüyecek. Ormanımızın Her tarafını yabani bitkiler sarmış. Diken mi istersiniz, sarmaşık mı, yoksa kızılotlar mı? Ama belli birileri ağaçların etrafını temizlemiş. Hakan bey ve ekibi olmalı. Ne de olsa onların sorumluluk alanı. ‘Merak etmeyin Adnan Bey, bakarız biz sizin ormanınıza’ demişti ayrılırken. Sağolsunlar. Sevindirici tarafı 3-4 tanesi dışında ağaçların hemen hepsi tutmuş. Ama yabani otların arasından bir şey görünmüyor ki. Topraktan fışkırıyorlar sanki.
Akçalarımızı fotoğrafladıktan sonra ‘Hadi kışın göremediğiniz şelaleyi de görelim’ dedi Sami usta. Biraz üst taraftaki pınara gittik önce. Roma döneminden kalma bir lahit kapağını delmişler ortasından plastik boruyu geçirmişler ve süslü bir çeşmeye sahip olmuş köylüler. Kemankeş ormanına giden yol kenarındaki meranın az yukarısındaki pınar, sizi bekliyor bütün garipliğiyle. Tarlaya bir suyolu açmışlar içi pişmiş toprak kap parçalarıyla dolu. Belli ki bu alan Romalılar zamanından kalma bir yerleşke. Daracık keçi yolu, kayın ve kestane ağaçlarının altından ilerliyor. Masalsı bir havası var çağlayan yolunun. Yolda mantarlar, kızılcıklar, böğürtlenler, ikramlar sunuyor gelenlere. İnişli çıkışlı patikadan ilerlerken çağlayanın uğultusu yaklaşmaya başlamışken Sami usta birden durarak;
-“ Abi bu ne ya?. Gösterdiği bitkiye bakıyorum irkilerek
“Hint keneviri!!!!”
Vay deyyuslar vay!!! Kitapsızlara bak, kimsenin geçmediği bir yere ekmişler ki faili mechul olsun. Söylene söylene şelaleye gidiyoruz. Vallahi şelale Sami ustanın anlattığı kadar varmış. Suyu çok fazla olmamasına rağmen köpük köpük suların yükseklerden deli deli dökülmesi seyre değer. Burada orman çok güzel, ağaçlar dağ gibi yüce. Şelalenin üst tarafındaki küçük bir delikten seyrediyorsunuz gökyüzünü. Ardı ardına deklanşöra basıyorum kemankeşleri bu yaz sıcağında güzel bir manzarayla serinletmek için. Yukarıda büyük şelale var diyor Sami usta ama biraz önce gördüğüm kenevirler canımı sıkıyor. Telefon çekmeye başlayınca arıyorum jandarmayı.
-“İyi günler. Ben av. M.Adnan Mehel, buraya diktiğimiz ormana bakmaya gelmiştim de yolda kenevire rastladım da… falan filan”. Oğlum kırk yıllık hukukçusun böyle bir hikâye olur mu? Tamam işin aslı böyle de, kim inanır buna. Yok orman dikmiş te, yok pınara gitmiş te, yolda hint kenevirine rastlamışta. İster misin şimdi “vay uyanık bize masal anlatıyor” desinler? İyi ki bizim ormana dikmemişler keneviri. Oranın afyonu da baya kaliteli olur ha toprak o kadar güzel ki altın düşse yere seneye kalmaz ağacı biter. “Abi bunlar kemankeş ormanı malı. Böylesini Afganistan’da bile bulamazsınız” diye satarlardı herhalde. Töbe töbe. Bugün hem Oblamovluğum, hem tüm abuk subukluğum üzerimde. Birazdan bir görevli aradı;
-“Alo avukat bey ben sivil görevli astsubay ….. şu yeri bir tarif eder misin?”
-“Ne bileyim arkadaş burası dağın başı. Ne sokak adresi var ne cadde. Hani dağın başında lahit kapağından çeşme var ya?
-“Ne çeşmesi, orası neresi.?” Hayda ! Duyarlı vatandaşa olalım derken başımıza iş aldık. 3 defa geldiğin dağ başını nasıl tarif edersin
-“ Siz en iyisi Aydınpınar orman işletmeye gelin ben sizi oradan alayım olmaz mı?”.
Neyse sözleştik bir yerde buluştuk. Sami usta oralı olduğu için kıllanırlar-mıllanırlar, ben göstereyim sevabına diye yalnız buluşup şelaleye yollandık. İki sivil jandarma ve kel kemankeş narkotikçi rolü oynamaya başlamadık dağın başında. Hoş sohbet arkadaşlar ama ben evhamlıyım. Ben olsam ‘bu hergele bunları buraya dikmiş, sonra ne olur olmaz diye tırsıp kendisi haber veriyor’ diye düşünürdüm herhalde.
-“Dere boyunu komple gözden geçirmek lazım. Bu uyanıklar kimin diktiği belli olmasın diye burayı seçmişler. Demek ki tecrübeliler. Buraların en namlı kenevircisini takibe almak lazım acemi işi değil “ falan diye akıl veriyorum. Baya bir mesafe gittikten sonra kenevir tarlasına ulaştık. Birdenbire önlerine çıkan hint kenevirlerinden önce şaşıran görevlilerin eli yaprağa değer değmez yüzleri değişti. Yaprağı kokladılar.
-“Avukat bey bu “hint keneviri” değil” dediler. Kokarmış meretin yaprağı ama bu bitki o kadar çok benzermiş ki hint kenevirine, görevliler bile şaşırırlarmış bazen. Bozum oldum elbette. İki saat burada boşuna zaman kaybettiğime mi yanayım. Yanlış ihbarda bulunup kolluk kuvvetlerini boşuna meşgul ettiğime mi?.
-“Kusura bakmayın ben sadece resmini görmüştüm” dedim ezile büzüle.
-“Olsun avukat bey eksik olmayın. Şaşırmanız gayet normal bak şelale çok güzelmiş,görmemiştik” dediler. Geçerken pişmiş kil parçalarını gösterip ;
-“Belli ki burada büyük bir yerleşke varmış ” dedim. Ne üstüme vazifeyse
-“Tarihi eserlere meraklısınız galiba” lafından kıllandım nedense. “Bunun işi tarihi eser kaçakçılığı diye düşündüler herhalde” diye gene evham bastı gene. Sizi gidi uyanıklar. Gerçi işleri bu. Gerilen sinirlerimle dağ başında nutuk çekeceğim tutmasın mı;
- “Evet, tarihi eserlere meraklıyım. Yalnız beni Helenistik çağın bilmem ne heykeli ilgilendirmiyor. Veya bilmem hangi krala ait metal parçaları da. İkonalar falan da ilgi alanıma girmez. Osmanlıdan Selçukludan kalma ok ucu varsa, yay varsa, ok varsa, ilgilenirim. Satan falan olursa da kusura bakmayın riske girer alırım. Biz bunun ticareti ile değil ilmiyle uğraşıyoruz. Kopyalarını çıkartıyoruz, yeniden yapıyoruz, teknolojisini anlamaya çalışıyoruz. Tarihi eser kaçakçılığı ile ilgilenen varsa da haber gönderiyorum “temrenler varsa, yay varsa, ok varsa haberimiz olsun diye. Şimdiye kadar bulamadık ama bulursam ve imkânım olursa satın alırım. Yeter ki uçmasın buralardan tapu kayıtlarımız. Sizden ricamız eğer ele geçirirseniz böyle bir şeyler, hiç olmazsa bize fotoğrafını gönderin.”
Sabırla dinlediler sağ olsunlar yardımcı olmaya söz vererek. Oturduk bir cigara tellendirdik plastik katkılı Bizans aynalı pınarın yanında. Buz gibi kaynak suyundan da içtik elbette. Sordukça sordu asker arkadaşlarımız. Anlattık kemankeşliğin ne olduğunu ve ne ile uğraştığımızı.
-“Hocam tekrar bekleriz dediler. Ne zaman yolunuz düşerse Düzce’ye, çay içelim sohbet edelim.”
Çenemiz düştü gene kusura bakmayın. Resimler aşağıdaki adreste.
http://picasaweb.google.com.tr/adnanmehel/YeniKlasor?authkey=Gv1sRgCPLxv6Heq6H0aA#
* Rus romancı Gonçarov’un bezginliği ve tembelliği ile ünlü roman kahramanı,

Temmuz 2009. Kemankeş Çelebi- Adnan Mehel

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Yaşlı kemankeş

Hüzünlüyüm dedi yaşlı kemankeş
Ak düşmüş sakalını karıştırarak
hüzünlüyüm dedi ve devam etti
yorgunca yerinden doğrularak

dostlar birbirini kırmış
aksakal ne yapsın

Altı üstü bir yanlış anlama
düşünmeden kırdığını
yay gibi gergin,ok gibi sivri
sinirle söylenilen kelime
saplanınca bıçak gibi bağrıma

dostlar birbirini kırmış
mantık ne yapsın

Bugün sahaflara vardım
“buda geçer yahu”
yazan bir yazı aldım
nefis bir celi sülüs
astım odanın duvarına
mahzunca seyre daldım

Dostlar birbirini kırmış
hattat ne yapsın

Ferahlasın diye yüreğim
simit attım martılara
Uçuştular, kaptılar
dönerken Üskudara
baktım derin sulara


dostlar birbirini kırmış
kuşlar ne yapsın

Bir demet çiçek aldım
roman çiçekçimizden
kokladım, okşadım
sonra koydum vazoya
daldı gitti gözlerim

dostlar birbirini kırmış
çiçek ne yapsın

Çıktım gurubu seyrettim
boğazın kenarından
sevindirsin beni diye
kızıl ve ölgün güneş
minareler ardından

dostlar birbirini kırmış
gurub ne yapsın

Başlarını okşadım
oynayan çocukların
bir parça çalmak için
sevinçlerinden onların
ve gülmeye çalıştım

Dostlar birbirini kırmış
çocuk ne yapsın

Sırf sevdiğim insanlar
bir nebze gülsün diye
biniverdim eşeğe
varsın ayıplasınlar
mahkemeden karar aldım
ve yazılar yazdım

Dostlar birbirini kırmış
kalem ne yapsın

Hırs baldan tatlıdır derler
dillerine gelen her sözü
düşünmeden söylerler
anladım söz faydasız
barıştırmak için
ve kelam kifayetsiz
meramı anlatmak için

Dostlar birbirini kırmış
kelam ne yapsın

iyi de zaten küstüren
Birkaç kelam değil mi?
bizleri mahzun eden
bir anlamsız arbede
dedim idi, dedin idi
bir manasız çekişme
insaf edin bunun için
kalp kırmaya değer mi?
(sitedeki bir tartışma üzerine yazılmış şiir)

16 Haziran 2009 Salı

Zaporojye kazaklarının Osmanlı Sultanına cevabı


Zaporojye kazaklarının Türk Sultanına Cevabı.

Ünlü ressam İlya Repin’in bu isimdeki tablosu sadece Rusya ve Ukrayna’da değil Slavyanların bulunduğu bütün coğrafyada en çok bilinen ve sevilen tablodur. Konusu bizi oldukça çok ilgilendiren bu tablonun değişik bir hikâyesi var. Resmin konusu Zaporojye Kazaklarının Türk sultanına mektup, daha doğrusu cevap yazmasıdır. Bu ilginç tablonun konusu edepsiz mektup ile ilgili olarak ilk kez haberdar olduğum yere, sayın Alev Alatlı'nın Gogol'un İzinde serisinin 2. kitabı olan Dünya Nöbeti isimli eserinin 403. sayfasına bir göz atıyoruz.

1645 de Sultan Mahmut bunlardan (Zaporojye Kazaklarından ) teslim olmalarını istemiş. Tabloyu açıklamak için yakınındaki sehpalardan birine Sultanın gönderdiğini söyledikleri fermanın tercümesini koymuşlar. Mealen şöyle yazıyor:

“Muhammedin oğlu, güneşin ve ayın kardeşi, Tanrının torunu ve valisi, Makedonya, Babil ,Kudüs, Aşağı ve yukarı Mısır, imparatorlar imparatoru, hükümdarlar hükümdarı, fevkalade, namağlup; İsa Mesih'in kabrinin yılmaz bekçisi,Tanrı tarafından seçilmiş vasi; Müslümanların umudu ve teminatı, Hıristiyanların hamisi. Sultan olarak siz Zaporojye Kazaklarına bana gönüllü olarak ve direnmeden teslim olmanızı ve beni saldırılarınızla rahatsız etmekten kaçınmanızı emrediyorum. Türk Sultanı Mahmut IV.”

İzninizle burada Alev hanımın kitabından ayrılacağım. Alev Hanım kitabı roman tarzında yazdığı için eleştiri yapmamış, muhtemelen akıcılık bozulmasın diye ama Türk sultanına ait olduğunu iddia ettikleri bu mektup üslup olarak kesinlikle Osmanlı sultanlarının yazışma diline uymuyor, hiçbir sultan kendisini Muhammed’in oğlu, Tanrının torunu gibi sıfatlarla anmaz. Kendilerini anlatan giriş kısmı sayfalar dolusu tutar bu kadar kısa da olmaz. Ayrıca IV. Mahmut diye bir Osmanlı sultanı zaten yok. Mektubun güya orijinalinde IV. Muhammet yazıyor ama öyle bir padişah da yok. Bazen de IV Mehmet kaydı bulunmakta. Hadi kırmayalım Zaporojyelileri bunun bir baskı veya tercüme hatası olabileceğini düşünerek bazı yerlerde IV. Mehmet diye belirttikleri için üslubun kesinlikle Osmanlı üslubu olmadığını şerh edip dünya nöbeti isimli kitaba geri dönüp devam edelim.

“ Gogol’ün dedeleri o yıllarda Polonya hesabına savaşıyorlar. Biz Polonyalıları yenmişiz, imzalanan antlaşmaya göre Zaparejyan Kazaklarının toprakları da bizim sayılıyor. Ne ki kazaklar aynı fikirde değiller, onlar da oturmuş IV. Mahmut'a cevap yazmışlar. O da mealen şöyle;

“ Dinyepr Kazaklarından Türk sultanına: Seni Türk şeytanı, lanetli iblisin kardeşi ve refakatçisi, selam! Sen ne biçim bir soylu şövalyesin? İblis boşaltır, senin ordun yer. Asla Mesih'in çocuklarına layık bir ağa olamayacaksın: senin ordundan biz korkmuyoruz, denizden olsun karadan olsun sana karşı savaşacağız. Seni Babil’in sefil adamı, Makedonya'nın tekerlekçisi, Kudüs'ün biracısı, İskenderiye'nin keçi çobanı, Ermenistan'ın dişi domuzu, Tataristan’ın keçisi, Kamenetz'in cellâdı, Podaliyanskk'ın kötü adamı, İblis'in torunu, bütün dünyanın ve ötekinin en ahmak adamı ve bizim Tanrı'mızın nezdinde de bir kalın kafalı, bir domuz burnu, bir kısrak...'Biir kasap köpeği, vaftiz görmemiş bir alınsın. Şeytan alsın seni! Kazakların sana söyleyecekleri bu, seni aşağılıkların en alçağı! Gerçek Hıristiyanlara ağalık yapmaya layık değilsin! Bu mektuba tarih yazmıyoruz çünkü takvimimiz yok; gökyüzünde mehtap var, yıl bir kitapta yazılıdır ve gün bizde hangisiyse sende de odur ve sen bizim neremizi öpeceğini bilirsin.”

Sayın Alev Alatlı’nın kitabından yaptığımız alıntıya göre mektup bu. Durun hemen sinirlenmeyin kendi kendimize hakaret etmek için bu mektubu buraya alıntılamadım. İlya Repin'in bu ünlü tablosu ve bu mektup Slavyanların bulunduğu her coğrafyada bilinir, sık sık okunur içki meclislerinde neşe kaynağıdır. Hatta bütün bu edepsiz ve seviyesiz üslubuna rağmen ilkokullarda ders kitaplarında bulunur ve körpecik dimağlara Türk sevgisi bu şekilde aşılanır. Hemen ve derhal böyle bir mektup faksla veya posta ile gönderilemeyeceği için özel elçiler vasıtası ile getirilmesi ve bu mektubu Osmanlı sarayında sultanın huzurunda okuyacak sağlamlıkta mabadı olan bir Kazak’ın çıkma ihtimalinin tamamen sıfır olduğu yolunda itiraz edebiliriz. Herhalde daha birinci satır bitmeden kelle-i murdarını cismi necisinden tiz koparır Roksalena’nın donuna sarıp Ukrayna'ya postalarlardı. Geriye kalan cesedi murdarı artık kurgan geleneğinde kurban edilen atların derisini soyup bir kazığa oturtulması taktiğimi uygulanırdı, yoksa kazıklı Voyvoda usulü mü denenirdi veya hiçbirine tenezzül edilmeyip eşek adasına sürgüne gönderilen aç köpeklerin önüne mi atılırdı artık bilemem. Ayrıca Bu mektuptan sonra Zaporojye bölgesinde herhangi bir canlının veya nebatatın yaşamak ihtimalinin olup olamayacağı da tartışılırdı elbet. “Ya kazaklardan tarihte çok çekmişiz, adamlar burnumuzun dibine kadar gelip yağma yapmışlar” demeyin, o dönem ile bahsettiğiniz dönem farklı. Ayrıca habersizce baskın yapmakla sultan huzurunda elçi olarak gelip bu mektubu okumak ayrı şeyler. Neticede baskın basanındır. IV Mehmet dönemi İngilizlerin ve Fransızların Osmanlı himayesine sığındığı bir dönem ve sultanın bir mektubunun bırakın baldırı çıplak Kazakları, dünyanın o zamanda süper güçlerinden birisi olan İspanyayı tir tir titrettiği bir dönem. İngiliz Lordlarının(?) İspanyol gemilerinin Amerika kıtasından getirdiği altınları korsanlıkla yağmaladıkları bir dönem(Bilgi L. N. Gumilev'den ). Siz bakmayın Elizabeth filminde evde kalmış kraliçelerini sanki alan varmış gibi “ Türk sultanıyla mı evleneyim“ diye böbürlenmelerine.O tarihlerde İngiltere v fransanın bütçesi sadece Sivas livasının bütçesinin bile ancak 1/5 kadarı.İspanya Osmanlıdan korkusuna Lordların Somali usulü zenginleşme çabalarına bile sesini çıkarmadığı bir dönemde Zaporojye çapulcularının Osmanlı sultanına böyle bir mektubu göndermesi imkân dâhilinde değil. Bu arada Osmanlı arşivlerini araştırmayı falan düşünmeyin, bırakın bu mektubu bunun yüz misli hafifletilmişini bile bulma şansınız yok.

İyi de nereden çıktı bu mektup neden bu kadar popüler oldu ve neden hâlâ bütün bu seviyesiz üslubuna rağmen ilkokullarda ders kitaplarında okutuluyor. Hadi biraz kuzeye doğru uzanalım. Bakalım bu konu hakkında onlar ne diyorlar. Gidelim dedikse hemen ayaklanmayın durun İnternet güzel nimet. Eskilerin tabanları şişermiş koşturmaktan şimdi benim gibi araştırmacıların oturak yeri nasır bağlıyor, rahatımız yerinde yani. Merak etmeyin ben sizi temsilen arada bir gider, mucibince amel eylerim. Telaş etmeyesüz. Bakın ne diyor Dinyepropetrovsklular;

http://www.prodnepr.dp.ua/stat.php3?stat=30

“ZAPOROJYELİLERİN TÜRK SULTANINA MEKTUBU GERÇEK Mİ?

Dinyepropetrovskta kim İlya Efimoviç Repin’in “Zaporojyeliler Türk sultanına mektup yazıyor” isimli tablosunu bilmez? Ama bu mektubun Zaporojyelilerin yazmadığını, yazmış olsalar bile kesinlikle sultana bu mektubun ulaşmadığını çok az kişi biliyor. Anlaşılan(görünen ) bu mektup tarihi bir gerçek değil sadece edebi bir eserdir. (sevsinler edebiyatınızı)Her halükarda ünlü skandal edebiyatçı Oles Buzina böyle iddia ediyor.”

Müsaadenizle lafa karışayım biraz. Adı sanı duyulmadık bir internet yazarının yazısından delil mi olur demeyin. Argümantatif beklentileri olan okuyucularımızın dileklerini yerine getirerek hiçbir masraftan kaçınmayıp iki tıklamayla bu küfürbaz yazarı bulduk. Aşağıdaki alıntılar onun kitabından kitabın adı “Taynaya İstoria Ukraynı-Rus” Yazar Oles Buzina, Kiev İzdatelstva yayınevi.2007 ilgili bölüm başlığı “Ненаписанное письмо запорожцев” ( Zaporojyelilerin Yazılmamış Mektubu) sayfa 179. Aslında bu bölümü komple tercüme edecektim ama adam bizi o kadar seviyor ki okurken yüzüm kızardı. Muhtemelen kız arkadaşı Türkiye'de tatil yapmış. Anlayışla karşılamalı. Ben ilgili kısımları özetleyerek devam edeyim neme lazım;

“Türk sultanına mektubun değişik nüshaları bir buçuk asır üzerinde farklı tarihler taşımaktadır; 1600, 1619, 1678, 1702, 1733. ilk olarak bu mektup M.A. Markeviçin 1844 yılında “ Malarusya Tarihi “ nin 5. cildinde basıldı. 1872 yılında ise M. İ. Kostomar Zaporojyelilerin bu mektubunu “Ruskaya Starina” isimli dergisine koydu. ve dergi Kostomar'ın yanıldığını ve kendi mektuplarının en gerçek mektup olduğunu infial içinde iddia eden şahıslardan bir sürü mektup aldı. Bunlardan şimdi en popüler olanı D.Yavornitski nin “Zaporojye Kazakları Tarihi”ni de vermiş olduğu metindir. Ve o metin şimdi kutsal bir emanet gibi Dnyepropetrovsk tarih müzesinde muhafaza edilmektedir.”

Adamlardaki tarih sevgisine bakar mısınız? En lüzumsuz metinleri bile tarih müzesinde hem de mukaddes emanetler bölümünde. Aslında normal karşılamak lazım. Çünkü bu bölgede 17. yüzyıla kadar numunelik bile Slavyan yok idi. Bahsedilen bölge deşti Kıpçak yani Kıpçak bozkırının başladığı yer ve Türk bölgesi. İskitlerden Kimmerlerden sonra Sarmat, Alan, Avar, Batı hunları, Hazarlar, Peçenekler, Karakalpaklar, Torklar, Guzlar, Bolgarlar bir dönem hatta Selçuklular, Altınorda devleti ve son olarak da Kıpçak, Polovetsler, göçer aşiretler ili Kırımlıların asırlar değil milenyumlarca cirit oynadıkları bölge. Slavyanların memlekette geçinemeyen, suç işleyen, savaş kaybeden, inançları dolayısı ile dışlanan, serflik sisteminden yani toprağa bağlı kölelik sisteminden kaçan baldırı çıplakları bu bölgeye kaçak olarak gelmişlerdi. Ülkenin adı zaten Ukrayna. Rusça Okrayne kelimesinden gelme, sınır ötesi gibi bir manası var. Slavyan knazlıklarının(prenslik) sınırları dışını ifade etmek için kullanılmış. O tarihlerde bu bölge değişik Türk kökenli insanların kazaklık hayatı yaşadığı bir bölge. Yani herhangi bir siyasi otoriteye bağlı olmadan başına buyruk insanların özgürce yaşadığı alan. Yani aslında Ukrayna kelimesi bir nevi Kazakistan manasına gelir. Başına buyruk insanların yaşadığı bölgedir özetle. Tabii ki bölgede beraber hareket eden guruplar da vardı. İşte çeşitli sebeplerle knazlıklar bölgesinden ayrılıp Ukrayna'ya gelen Slavyanlar bölgede kazaklık hayatı yaşayan Türklerle tanışmış ve kazaklık kültürünü benimsemişlerdir. Tolstoy'un Kazaklar isimli romanını okuyanlar veya Gogol'un Taras Bulba'sını okuyanlar Kazakların kendi aralarında Türkçe özel bir terminolojiye sahip olduklarını hatta iyi Türkçe konuşmanın Kazaklar arasında popülarite sağladığını fark etmişlerdir. Türk kazaklarına “Kazak” Slavyanlara da “Kazah” denir. Fark bu kadar. Yani kazaklık etnik kökene dayalı bir oluşum değil tamamen sosyal bir olgudur, organizasyondur. Zamanla Slavyan nüfus fazlalığı dolayısı ile bölgeye hakim olmuş, Türk kökenliler de aralarında erimişlerdir. İşte bu nedenle Ukrayna dilinde 4000 Türkçe kelime bulunur. (Rusça da 2000) renkleri de Ruslara göre biraz daha koyu boyları da daha kısadır.(Deneyimle sabittir) Knazların bitmez tükenmez kavgalarından bıkan bu bölgedeki Kazahların kendi tarihlerini başlatacak bir olaya ihtiyaçları vardı muhtemelen. Hani Türkler ve Moğollar kurttan türediklerine inanırlar ya. Zaporojyenin baldırı çıplakları da bula bula bu sarhoş mektuplarını bulmuşlar onu da mukaddes emanet gibi saklıyorlar ama yazıda fark edeceğiniz gibi bu mektuptan yığınlarca farklı nüsha var aslında, küfrün dozajı da alkolün volümüne bağlı olarak azalıp artıyor anlaşılan. Kusura bakmayın gene dayanamadım girdim araya. Tamam, kızmayın devam ediyoruz.

“En fazla alıntı yapılan ve kullanılan metin, sansürlenmiş içeriği nedeniyle İvan Sirka'ya atfedilen metindir. Diğer metinler oldukça edepsiz cümleler içeren mektuplardır.”

Bu mektubun tercümesini Sayın Alev Alatlı'dan zaten alıntıladık tekrar etmeye gerek yok. Sansürlenmişi bu ise normalini siz tahmin edin artık Sadece imza olarak “Ataman(Getman-ukraynaca) İvan Sirko Kosheviy, tüm Zaporejyelilerin atamanı” yazıldığını belirtmekle yetinelim. Yazar Olez Buzina dalga geçerek devam ediyor.

“Muhtemelen uzun kış akşamlarında Zaporojye kazak garnizonunda defalarca uydurulup tekrarlanan bu şaheserlerin Ukrayna sınırları dışına çıktığını asla sanmam. Mektupta Zaporojyeli Kazaklarının büyük gerçekleri saklı, yani tam olarak öyle olduğunu düşünüyorlar. Ama bu mektubun Türk sultanına gönderildiği çok şüpheli.
1978 yılında İlya Repin tarihi bir resim için güncel bir tema buldu. Rusya daha yeni Türk-Rus savaşından muzafferiyet elde etmişti ve vatanseverlik-milliyetçilik modaydı. Zaporojye Kazakları tablosunun ilk taslak çalışmasını Moskova civarında Abramşevo’da yaptı, ama resmi 13 yılda bitirdi.

Ukraynalı toprak ağası Tarnovski Repin'e kendisine ait eski kazak müzesine girmesine izin verdi sonuçta kendisine bu resimde büyük siyah bir papakla (Rusçası da papak) bir ikamet edindi ve oğlu da yuvarlak şapkasıyla resimde yerini aldı.

Tarihçi Yavornitski bazı önemli tavsiyelerde bulundu. Ressam Repin minnettarlık ifadesi olarak onu mektup yazarı suretinde resmetti. Resim sanatçısı Kuznetsev de iri kıyım ve başı bandajlı olarak tasvir edildi.

Profilden görünen koca göbekli figür ise gazeteci Gilyarovsko'ya ait. (Ataman) Sirka'ya gelince, İlya Repin en yakın arkadaşlarından birisi olan, 1877-1878 yılı Türk-Rus savaşı kahramanlarından Kievli general-vali Dragomirov'u (Ataman) Sirka olarak resmetti. Repin onun Ukrayna mutfağından ikram ettiği yemeklerini çok sevmişti ve dürüst bir insan gibi, varenikilerin* karşılığını tuvalde ona başrolü vererek tamamen ödemiş oldu.

Tuvalde resmedilen tüm eşyalar aslında Tarnovski ve Yavornitski koleksiyonlarından alınan eşyalardır. Sonuçta “ruhun somutlaştığı” şaheseri ortaya çıktı. Şimdi birçok kimse Repin'in sayesinde bu mektubun sarhoş dyakların(papaz yamakları) uydurmaları değil, gerçekten var olduğuna inanmaktadır. Valla buraya müdahale etmedim dedim ya yazar küfürbaz diye.

Repin'in bu tablosunu başka bir isim vermek lazımdı “Yavornitski , Drogomirovla birlikte sultana mektup yazıyor”.

İşin aslını ararsanız yazarın iğneleyici ve dalga geçen üslubunu tam olarak çevirebildiğim de ya da aktarabildiğimi de söyleyemem. Ama gerek de yok zaten. Ancak mektubun daha doğrusu Türk sultanına yazıldığı iddia edilen mektupların düzmece ve Ukrayna küfür edebiyatının bir numunesi olduğunu, okullarda derslerde okutularak propaganda malzemesi olarak veya içki âlemlerinde neşe malzemesi olarak kullanıldığını, müzeye de koysalar etrafında tavaf da yapsalar aslının astarının olmadığını çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz. İlkokullarda bu saçmalığın hâlâ bir tarihi gerçeklik olarak okutulması korkunç elbette ama her devletin kendisine göre politikası var ve müdahale etme imkânı yok. Kendi kendilerine yazdıkları mektubu yollanmaya maçaları tutmadığı halde yollamış addederek ve tarihi gerçek zannedip 200 yıla yakındır hâlâ böbürlenip gülmelerine kahkahalar mı atmak lazım yoksa acımak mı hâlâ karar veremedim. Ancak kızmazsanız küfürbaz yazar Oles Buzina'nın yaltaklanan bir ressam olarak tarif ettiği İlya Repin'i resmin kullanılması açısından değil de bu kadar etkili bir görsel sanat eseri üretmesi açısından, sanatkâr yönüyle tebrik etmek istiyorum. Ayrıca her ne kadar tarihimize hakaret içerikli de olsa bu uzun soluklu espri fena sayılmaz. Sazanlar yollamayı unuttukları için daha fazla gülüyorum elbet. Ancak karşılığını da vermek lazım. Espri karşılıklı olursa güzeldir. Gerçi bizimki yeniçerinin Yahudi'nin birisini siz “İsa efendimizi öldürmüşsünüz” diye elinde palayla kovalamasına benzeyecek ama ne yapalım biz de o yeniçeri gibi yeni duyduk. Bu nedenle İlya Repin'e cevabı Ressam kemankeş kardeşimiz Şafak Tavkul verecek. Hadi sizi komşu yazar-çizer Şafak Tavkul'un köşesine göndereyim bakın bakalım Şafak biraderim konuyla ilgili ne çizmiş.

*Vareniki Ukrayna mutfağında içine beyaz lahana, patates veya vişne gibi yiyecekler konularak hazırlanan bir tür börek.

11 Şubat 2009 Çarşamba

SUDAK VE KEFE DE TÜRK İZLERİ

Sudakla ilgili kısa bir araştırma yapayım dedim. Hani bir kaç gündür makara yapıyorum ya. Ağlayasım geldi. tahmin ettiğim gibi Sudak Osmanlı kefe( bugün kü Feodosya) sancağına bağlı suğdak diye bilinen belde. Bir subaşı tarafından idare ediliyormuş. Makara fotoğraflarda yer alan kale cenevizlerden kalma. Meğerse bu kalenin içinde Osmanlıdan kalma tek eser olan ve şimdi minaresi yıklımış kiliseye çevrilmiş bir cami varmış, daha doğrusu bir mescid.Şu an içinde kliseye ait eserlerin sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüş durumda.İsmine baktım bu küçücük mücevherin. padişa me4etyü yazıyor .Dokunmadım kelimelere olduğu gibi bıraktım. Padişa Meçetyu. ne kadarda tuhaf duruyor kelimeler ve devrik. Tıpkı bir tarihin yıkılması gibi, tıpkı oralarda garip kendi haline kalmış mescidin kendisi gibi. Etrafında alkoliklerim çığlık attığı garip bir mescid. Minaresi yıkılmış içi tahrip edilmiş, mescid olmaktan çıkartılmış bir mescid. Garip mahzun boynu bükük yaban ellerde Osmanlıdan, Suğdaktan ve bizden kalan tek eser oralarda.Bizim bugünkü halimiz gibi derbeder ve yalnız.Ama gururla taşıyor kubbesini. Yıkmışlar bozmuşlar her tarafını,ama ne yaparlarsa yapsınlar yerimdeyim, buradan ayrılmam diyor sanki. inadına inadına direniyor orada. Deşti kıpçakın,Kırımın,Osmanlının,İskitlerin,Alanların Peçeneklerin, Göçerlerin, Avarların, Hunların ,Sarmatların,Hazarların, Kimmerlerin Torkların Oğuzların ve hatta Selçukluların tek mümessili olarak yaralı ama mağrur bir şekilde zamana inat, insana inat, ilgisizliğimize inat duruyor orada bir mescit. Adı Padişa Meçedyu.Kafayı mı bozdun Selçuklunun ne işi var kırımda demeyin Alaattin keykubat zamanında Kastamonuda bir donanma hazırlanarak alınmış burası Selçuklarca, sonra moğollar cenevizler ve Osmanlı.Canım Osmanlı temizlemiş bu toprakları pisliklerden imar etmiş, memlekete çevirmiş burayı ve Kefeye bağlı bi belde olarak bir subaşına idare ettirmiş.Öyle imar etmişki Kefeyi, öyle güzel eserler yapmış ki küçük İstanbul diye anar olmuşlar . Suğdakta mamur ve müslüman bir belde olmuş. Peşinden Ruslar gelmiş ve ne varsa yıkmış burada moskof ayıları. Bir bu mescid kalmış ayakta. padişah gibi mağrur, padişah gibi dimdik ve ayakta. Yaralı, bereli, ihanete uğramış, hatta unutulumuş ama sultanlar onurlu ve direniyor Padişa Meçetyü. Eski ismi Aya-Bayazid imiş. literaturde 1640 yılına öyle geçmiş garip mescid.1771 den itibaren de padişa meçetyu. Bizden kalan bir isim daha varan kalenin güneye bakan yamaçlarında yıkık bir kule ismi ne biliyormusunuz bu kulenin? kız kule. Efsanesi de andırıyor bizim kız kulesini.Gerek yok anlatmaya. Kefe dedimde içim sızladı tabii.Osmanlının bu güzide sancağı cenevizlilerden aldığı ve imar ettiği bu küçük istanbul, Sudak'ın hemen yanında. Nasıl imar etmiş biliyormusunuz Osmanlı burayı? Hadi envanterini vereyim size.Ben değil evliya çelebi anlatsın rahmetli buralara da gitmiş meğerse;
«Camileri 60 adet mihraptır. 10'unda cum'a namazı kılınır. Selâtin camileri dış büyük kalededir. Şehzade Süleyman Han Camii kurşun kaplıdır. Altı sütun üzerine beş kubbesi vardır. Avlusu küçüktür. Kurşunla kaplı Müftü Camii, kiremit örtülü ferah bir Yeni Cami, kiremit örtülü büyük Tacir Hacı Nebi Camii, çok sanatkâr işlemeli Kale Kapısı Camii vardır. 50 adet mescitleri, 20 adet kurşunlu imaretler, 40 adet kâgir minareler vardır. Beş adet medrese vardır. Hacı Ferhat Medresesi hepsinden mükelleftir. Bu Kefe'de Halveti, Celvetî, Kadiri ve Gülşenî tekkeleri vardır. Mevlevî tekkesi yoktur. 45 sibyan mektebi, 10 hamam var. Taşra Büyük Kale'de, Sultan Süleyman Han Gazi şehzade iken tamamlanmış, çok geniş ve sanatkârane tatlı hamamı var.»
Gördüğünüz gibi gayet mamur bir belde haline gelmiş burası. Dedikya Ruslar gelince buraları yerle bir etmiş diye bakalım nasıl yerle bir etmiş kanuni Sultan Süleymenın valilik yaptığı bu küçük istanbulda bulunan 4000 hanenin 3200 hanesi müsluman imiş zamanında.Ruslardan sonra geriye ne kalmış dersiniz.Yazar cevabını vermiş bu sorunun buyrun.
"1800'lerde burayı ziyaret eden Clarke, Kefe'de sadece 50 hanenin yaşadığını belirtmekteydi " vay anam vay. 4000 hane nuufus 50 haneye dusmus. Evliya çelebinin bahsettiği eserler nerde diye aklınıza gelebilir. Kefe sancağında yani bugünkü feodosya ilçesinde sayılanlardan ayakta kalabilen sadece müftü camisi. Sadece tek eser ve o da ermeni klisesine çevrildiği için kurtarabilmiş kendisini Moskofun medeniyetinden. Daha sonra tekrar müslüman tatarlara geri lutfetmişler bu mescidi, restorasyonu yapılmakta imiş. Bilirmisiniz kefe kalesi şimdi müze. oraya tesadüfen yolunuz düşerse rehber size Osmanlının ne kadar zalim olduğunu anlatacak. Kefeyi aldığında tam 40 bin esir alındığını ve ruslara nasıl zulmettiğini anlatacak.Doğru Osmanlı orayı aldığında 40 bin esir almış ama tamamı Cenevizli neredeyse ve Cenevizle Osmanlı her yerde savaiıyor o tarihte. Biner tane kadar da Ermeni. Rum ve Yahudi. Numunelik bir tane bile slavyan yok.Herhalde soran olursa osmanlının Küçük istanbulunu ne yaptınız diye günah çıkartmak için böyle söylüyorar.Barbar Türkler demezler mi bir de. Yok Türklerin alfabesi yokmuş ,kültürleri yokmuş, yazılı eserleri yokmuş,meddeniyete hiçbir katkısı olmayan asalaklarmışız.İşte kefe ve Sudakta olan olaylar açıklıyor niye bizden eser fazla yok diye. Yıktıklarını yıkmışlar kırdıklarını kırmışlar çaldıklarını da çalmışlar ve devam ediyorlar. Hani tek Ruslar olsa neyse . Çin içlerinde tarihin ilk soykırımına uğrayan da bizdik, üzerine moğollar salınan da. Entrikayla birbirine kırdırılan da bizdik,defalarca haçlı ordularının saldırılarına maruz kalan da. Müslüman Arnavudundan, celalisinden, Arabından tutundan katolik protestan ortodoks dünyada kim varsa hepsi tarafından kuşatılan ve içten ihanete uğrayan da bizdik.Onun için diyorum bize benziyor Sudaktaki bu mescid diye. Sizi bilmem ama ben bu sudak ve kefedeki iki garip camiye bakarak kendimce bir ders çıkardım. kalan camilerin ismi neydi? padişah mescidi ve müftü camisi .Çıkarttığım derse gelince kendimce; Yaşamak istiyorsan Ne gücü elden bırak ne de inancı.
6 ekTüm ekleri indir (sıkıştırma hedefi:
Türkçe
) Tüm resimleri görüntüle
padişa meçetyu.jpg
38K Görüntüle İndir
padişa meçetyu2.jpg
44K Görüntüle İndir
padişa meçetyu iç kısım.jpg
34K Görüntüle İndir
padişa meçetyu mihrabı.jpg
34K Görüntüle İndir
kız kule.bmp
198K Görüntüle İndir
kız kulesi.jpg
44K Görüntüle İndir