18 Şubat 2011 Cuma

BENGÜTAŞTA BENGİLEŞMEK 2


Bengütaşta bengileşmek isimli bir yazı yazmıştım 2-3 yıl kadar önce. Karayların son temsilcilerinden bir profosörün nasıl hayata tutunmaya çalıştığını anlatmıştım. Ana hatlarıyla Göçebeler diye adlandırılan İskitler, Guzlar, Torklar, Peçenekler, Karakalpaklar ve Polovets dedikleri Kıpçaklarla ilgili araştırmalarıyla dünyaca ünlü bir bilim adamı sözünü ettiğim. Ağırlık olarak ortaçağ göçebelerini araştıran Prof. Yevgelevski’yi, Nepalden Tibet’e kadar ülkeler konferans için davet ediyorlarken çağrılmadığı tek ülkenin Türkiye olduğundan hayıflanarak bitirmiştim yazımı. Erzurum Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cengiz Alyılmaz hocamız yazımızı okuduktan sonra geçen yıl Nisan ayında Afyon’da düzenlenen konferansa davet ettirmişti. Azad kardeşimle beraber eşlik etmiştik hocaya. Daha sonra da Astana da yapılan bir konferans davetiyle Cengiz hocamız sayesinde Türkiye’de bilinen bir sima oldu Yevgelevski hocamız.
“Sana muhakkak uğrarım” demişti. Cumartesi gece yarısı gelen telefonda “bizi havaalanından alabilir misin?” diye soruyordu yorgun sesiyle. Kahire’ye konferansa çağırmışlar geçenlerde. Bahtsız Karay’ımız (Karay Türk’ü, Hazar Türklerinin bakiyesi, mevcutları iki bin civarında kalmış olan Türk boyu) yanındaki araştırma görevlisi ile birlikte kalmışlar mı tam da Tahrir Devrimi’nin ortasında. Oradan İsrail’e atmışlar kapağı ama yanlarında yiyecek namına ne varsa el koydukları gibi güzel ve pahalı İsviçre çakısıyla da vedalaşmak zorunda kalmış. Üstelik gümrükte 5 saatlik sorgulamışlar düşman devletten! geldikleri için. Oldukça sıkıntı içinde geçen İsrail ve Filistin seyahati sonucunda Ürdün’e de şöyle bir uğramış Yevgelevski hocamız yoldaşıyla. Fotoğraf makinesine el koymaya kalkmışlar, yalnızca sıradan bir binanın resmini çekti diye. Bu nedenle Topkapı Sarayı’nın kapısında fotoğraf çekerken çok tereddüt ettiler. “Burası korku imparatorluğu değil, durun askerin yanında, silahını elinden almaya çalışmayın yeter” dedim. Halkı hiç durmadan korkutuyorlarmış ve herkes silahlı geziyormuş İsrail’de. Diğer Arap ülkelerinde de durum pek farklı değilmiş.
Bizde de öyleydi bir zamanlar. “Bizim bizden başka dostumuz yok”, “Bak bunlar Moskova’ya satacaklar, öbürleri de İran’a…” Satacak birileri olduğuna göre vatanı, koruyacak birileri de olmalı, hadi bakalım durduk yerde çatışma! Sağcılar bir tarafta, solcular bir tarafta. İşleri bitince tıktılar hepsini zindana. Kimisi “bize böyle söylenilmemişti” derken, kimisi de “yahu biz bu memleketi bunun için mi kurtardık?” diye feryat ediyor gencecik bedenler darağacında üşüyordu. Nasıl da sağ ve sol diye ikiye ayrılmıştı memleket ve nasıl da korkutulmuştuk birbirimizle. Etrafımızdaki herkes düşmandı. Her an bize saldırmak için bekleyen komşularla çevrili bir ülkede yaşadığımızı sanıp duruyorduk. Kardeşin kardeşe silah doğrulttuğu zamanları Allah bir daha göstermesin.
Antalyalı bir kuyumcu arkadaşla Rusya’da yaşadığımız bir anı geldi aklıma. Aslen Malatyalı olan arkadaşım tip olarak Faslılara benziyor. Oldukça esmer ve kıvırcık saçlı. Arkadaşımızla Petersburg’a gidiyoruz. Yılbaşı öncesi Platskart denilen herkese açık yataklı vagonda yer bulabilmiştik. Ucuz olduğu için dar gelirli olan insanların tercih ettiği platskart vagonlar bizim için sıkıntı oldu. Çünkü yanımızda ciddi miktarda altın ve pırlanta vardı. Petersburg’a mal teslim etmeye gidiyorduk ve alıcının arkadaşlarına mal satmaya çalışacaktı arkadaşım. Ben ise onun yanında dil konusunda yardımcı olacaktım.
-“Baksana abi şunlara.” Yavaşça geri döndüğümde 6 kadar ızbandut gibi adamın ters ters bize baktığını fark etim. İkiye iki de olsa bile pek şansımız yokken ikiye 6 oldukça orantısız bir durumdu ve üstelik deplasmandaydık.
-“Fark etmemiş gibi yap. Artık sırayla uyuyacağız. Mallar nerede?” Pantolonunun fermuarını işaret etti.
-“Buraya zulaladım kimse bakmaz.” Gülümsedim.
-“Ulan nasıl uyuyacaksın öyle? Bir sakatlık olmasın?”
-“Yok, abi bir şey olmaz da, şu ızbandutlardan kıllandım.”
Fark etmemiş gibi yaparak rahat davranmaya çalışıyorduk ama belli ki saldırı korkusuyla sabahlayacaktık. Dışarıda müthiş soğuk ve kar olanca ihtişamıyla saltanatını sürdürüyor, bizimse yorgunluktan gözkapaklarımız aşağı düşüyordu. Bir ara vagon aralığına sigara içmek için çıktım. Oturan “ayılardan” birisi tişörtüyle oradaydı. Ben kazak ve ceketle Keşhanede titrerken, ayının hiç tındığı yoktu.
-“Yahu siz Ruslar amma soğuğa dayanıklısınız?” dedim
-“Ben Rus değilim Sırp’ım.”
-“ Gezmeye mi geldin?”
- “Yok, ben Petersburg’da yaşıyorum.”
Hadi… Şansa bak. İster misin bu hergeleler zavallı Boşnakları öldüren keskin nişancılardan bir grup olsun ve buraya kaçmış olsunlar. Biz de şans olsa Rus Bayan Voleybol takımıyla aynı vagona düşerdik, Sırplarla değil. Bilindiği gibi! Sırplar da Türkleri çok severler hani.
-“Arkadaşların da Sırp mı?
-“Kimler? Ben yalnızım.” Konuştukça aslında oradakilerin arkadaş olmadığını ve bize niye ters ters baktıklarını anlamaya başladım.
-“Sen nerelisin?”
-“Türkiye” dedim göğsümü biraz kabartarak… Ama adamın adaleli göğsü yanında benimki tavuk göğsü gibi bir şey kaldı. İyi ki plajda falan değildik. Yoksa adam bana bakarak “Türk gibi kuvvetli” deyip gülerdi herhalde. İyi ki yün kazak giymişim, durumu biraz kurtardık.
-“Arkadaşın?”
-“O da Türk. Biz buraya kız arkadaşlarımızı ziyarete geldik.” Deyince karşımdaki biraz rahatladı.
“Yahu ben onu Arap sanmıştım”. Gülmeye başladım. Garibim tipten kaybediyor. Moskova Havaalanı’nda da iki saat bekletmişlerdi bizi.
-“Rahat ol Malatyalı onlar bizden korkuyorlarmış. Ulan adamlar seni terörist sanmış, treni ne zaman havaya uçuracağız diye tırsıp duruyorlar, biz de onlardan tırsıyoruz. Rahat uyuyabilirsin. Sen uyursan millet de rahatlar.”
İşte buna benzer absürt bir durumdu yaşadıklarımız. Hamdolsun o günler geride kaldı. Yazık bir nesil harcandı bir hiç uğruna. Demek ki taktik aynı. Kendi halkını ürkütürsen yönetmesi daha kolay oluyor. Neyse siyaset bizim işimiz değil.
Aslında önce Ankara’ya gidip sonra İstanbul’a geçmeyi planlamışlardı. Ancak Tahrir Meydanı devrimi, planlarını bozunca Ankara’daki meslektaşlarına uğramayıp tercihini bizden yana kullandı hocamız. “Sana uğramadan hiçbir Türkiye seyahatim olamaz, sen benim kardeşimsin” iltifatları arasında hafta sonunu konuklarımla geçirdim. Pazar antrenmanında talimhane çilekeşleri ile tanıştırdım ve Türk yayları ile okçuluğu konusunda bilgi alışverişinde bulunduk. Bizim için ebetteki çok verimli oldu bu ziyaret ama özelikle silahlar ve zırhlar üzerinde araştırma yapan Evgeni ( Yevgeni okunur) için çok daha fazla ilgi çekiciydi.
Nasıl atışlar yapıldığı ve Türk yaylarının özellikleri konusunda malumat verdim hocamıza. Kazılarda fazla dikkat etmedikleri ahşap ve deri parçalarının bizim açımızdan çok önemli olduğunu vurguladım. Pazartesi günü ise İstanbul Üniversitesi’nden değerli profesörlerimizle ortak bir toplantımız vardı. Başta Prof. Mustafa Kaçar ve Prof. Ahmet Kala olmak üzere 10 civarında akademisyen Yevgelevski hocayı bekliyorlardı. Üniversitelerarası müşterek çalışmalar üzerindeydi toplantının amacı. Bizim akademisyenlerimizi Ukraynalı meslektaşları ile tanıştırıp ortak projelere imza atmalarını hedefliyoruz. Gördüğünüz gibi sadece ok atmakla meşgul değiliz. Bu kültürü her tarafıyla birlikte diriltmeye çalışıyoruz. Hem tarihi hem de geleceğe ışık utacak araştırmalarıyla.
İnşallah bir şeyler başarırız. Selamlar söyledi bütün okçu dostlarımıza Yevgelevski hocamız ve Evgeni. Israrla bizi davet ettiler Ukrayna’ya. “Gençlerimiz seve seve gelirler de evliler ekstra vizeye tâbi” dedik. Mutluydu Yevgelevski hocamız.
-“Sana nasıl teşekkür edeceğim Adnan? Biliyor musun benim babamdan başka kimsem yok. O gittiğinde yapayalnız kalacağım.”
- Sasha (Alexander’in samimi ve sevimli hali) bizim, senin gibi bir de Ali hocamız var. Onun da dünyada bir dikili ağacı yok, üstelik ağaç dikmeye niyeti de yok. Biz onunla birlikte baharda gelelim en iyisi hem sana hem Ali hocaya yardımcı olabilir miyiz bir araştırma yapalım.”
Jenya’nın (Evgeni’nin sevimlileştirilmişi) bıyık altı gülüşünü görmek gerekirdi. 14 Şubatta delikanlının telefonundaki mesaj trafiği hiç durmadı. Beni zaten kimse aramaz da (inanmayın bu benim resmi açıklamam) Ali hoca ile Yevgelevski’ye en azından bir iki sevgililer günü mesajı gelmesi gerek.
Çaydanlık aldı babasına sevgili dostum. ‘Ben çayı çok seviyorum’ dedi. “Babam da çok sever. Gider gitmez Üniversitede bir okçuluk kulübü kurmayı planlıyorum” dedi. “Haber ver hocam atlar geliriz ve gençlere öğretiriz. Ok atmayı bilen arkeologlar okçuluk konusundaki buluntuları daha doğru değerlendirebilirler.” Buruktu. Aslen kırımlı olan kayınpeder ve valide de çok sevdiler hocamızı. Valide gözyaşlarını tutamadı yolcu ederken. “Selam söyle Kırım’a” dedi. Jenya mahzun gözlerle bakıyor ve göçebeler arasındaki bu gönül bağının nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyordu. Havaalanında kucaklaştık tekrar.
-Adnan, beni unutmayacaksın değil mi? Tekrar gelecek misin?” Gülümsedim.
-“ Ne valnuysa Saşa, mı ne budem zabıt.” (Merak etme Saşa, seni unutmayacağız.)
Seni unutmayacağız hocam. Sen çalışmaya devam et. İnşallah arkadaşlarımızla beraber sana tekrar geleceğiz. Daha 300 yıl öncesine kadar kadim Türk toprakları olan Deşt-i Kıpçak’a tekrar döneceğiz. Ukrayna topraklarında yaylarımız gerilecek gene, oklarımız Deşt-i Kıpçak semalarında kanat çırpacak ve “ötkün oklar” çığlık çığlığa uçuşacak. İskitlerin, Hunların, Avarların, Peçeneklerin, Torkların, Kumanların, Bulgarların, Tatarların, Karakalpakların, Hazarların, Alanların ve hatta Selçukların hatıraları yâd edilecek ve yeniden hatırlanacak göçebe(!) imparatorlukları. Yok, hocam yok, biz sizi unutmayacağız merak etmeyin, bu kez hem okçularımız hem akademisyenlerimizle geleceğiz ve beraberce araştırmalar yapılacak. Yeni dostluklar için geleceğiz Saşha, Bu millet akrabalarını hiç unutmadı ve unutmayacak. Deşt-i Kıpçak semalarında bu sefer ve yeniden Yaaa Hakkkkk!!!!!!!!!! naraları çınlayacak. Ve Bozkır, yüzyıllardır özlediği akrabalarına tekrar kavuşacak...İstanbul, Şubat 2011
Adnan Mehel
foto: https://picasaweb.google.com/kilicali1/Ist_13022011?authkey=Gv1sRgCIrs0fyO2syWUQ#
video: http://www.facebook.com/group.php?gid=155510317800402&v=app_2392950137&ref=ts#!/video/video.php?v=195579827136015

8 Şubat 2011 Salı

YETER ARTIK DÖNÜYORUZ!!!!!!


-“Yeter artık dönüyoruz!!!”
Sesimi biraz yükseltip kararlı konuşmazsam kimsenin döneceği yok. ‘0’ derece soğukta, parmaklarını bile düzgün tutamazken, menzil atmaya çalışan kardeşlerim benim. Herkes dizine kadar çamura bulanmış, ayakkabıları su aldığı için üşüyen parmaklarına aldırmadan ok atmaya çalışıyor. Pazar günü evinde birasını veya çayını yudumlayıp tv karşısında pineklemek yerine bizimle beraber; kırılan, yok edilen, unutulan ve unutturulmaya çalışılan bir kültürü canlandırmak için geldiler. Aslında biraz da dirençlerini ve isteklerini sınadım bugün. Çamur savaşına davet ettim onları. Hafta boyunca çalışmış yorulmuşlardı. Pazar günü dinlenmek en doğal haklarıydı. Ama bizim dinlenmeye hakkımız yoktu. İyi ki yapmışız. Bir gün önce “Necmettin Okyay” konulu sempozyumdaydım. Okmeydanı’nın defalarca satışa çıkartılması ve Necmettin hocanın nasıl engel olduğu konusunu prof. Uğur Derman hocamız şöyle anlatıyordu;
“ 1920 senesinde satışa çıkartmışlarmış Okmeydanını. Haber alan üstat fırlamış gitmiş.
-Burası benim. Kimin malını kime satıyorsunuz? demiş. Yetkili şaşkın;
- Senin bu dünyada bir dikili ağacın bile yok be adam, koskoca Okmeydanı nereden senin oluyor?
-‘Ben kemankeşim, Fatih Sultan Mehmet burayı okçulara vakfetti’. Engel olmuş satışa. 1940 da tekerrür eden yeni bir satış işlemine de temyize müracaat ederek benzer bir şekilde engel olmuştu. ‘Ancak bu kadar yapabildim maalesef, Okmeydanının halini görüyorsunuz’ demişti”
Buna benzer cümlelerle anlattı Uğur Derman hocamız. Utandım yerin dibine girdim. Necmettin hoca tek başına Okmeydanı’nın satışına engel olurken; biz bir sürü kemankeş hiçbir şey yapamadık. En sonunda vakıf arazisi olmaktan çıkardılar. Şimdi imara açıyorlar. 14 küçük sit alanı ayıracaklarmış güya ve kalanları böylece koruyacaklarmış. Sanki arazi kalmadı, sanki yeni yerleşkeleri az ileri veya geri kursalar kıyamet kopardı. Top sahası yapmak için tarihi taksim kışlasını yıkanlardan, yol yapmak için Mimar Sinan’ın eserlerini bile katletmekten hicap duymayan yetkililerden ne beklenir ki? Yanlış anlaşılmasın, devri sabık gibi suçlamı yorum kimseyi. Çünkü bu aymazlık ve umursamazlık her devirde devam etmiş. Bakın 1920 de bile birileri göz dikmiş okmeydanına ve Necmettin hoca engel olmuş satışa. 1940 da tekrar satışa çıkarmışlar, olmamış, 1950' li yıllardan sonra gece kondulaşma başlamış. Ardı ardına yıkım kararları alınmış kayıtlara bakılırsa, ama kurt kuzuyu yemeye kafaya koymuş bir defa hikayesi! Tansiyon düşsün diye alınan göstermelik, uygulaması mümkün olmayan yıkım kararları. Tıpkı İsrail aleyhine alınan Birleşmiş Milletler kararları gibi. İstediğin kadar karar al, uygulama niyeti olmadıktan sonra ne işe yarar. Okmeydanı bitti anlayacağınız. Zaten İstanbul’da meydan var mı ki? Taksim meydanı veya Sultanahmet Meydanı dediğimiz yerler yurt dışındaki bir apartman bahçesi kadar bile değil. Adı meydan. Aslında hepsi meydan isimli bahçeler. Bir şeyler yapmalıyız diye düşündük.
-“Haftasonu menzil atmaya gidiyoruz”
-“Tamam, hocam sen nasıl istersen. ” ikiletmediler bile sağ olsunlar. Hava biraz soğuk ve yağmurlu ama varsın olsun, bir gün soğukta kalmayla ölünmez nasıl olsa...
Toplandık 11 arkadaş. Okmeydanı için bir şey yapamıyoruz. Hadi gidelim çamura bulanalım. Çekmeköy belediyesinden Bahadır kardeşimizin ayarladığı sahaya gideceğiz ve menzil atacağız. Karar bu. Biz bilgisayar başın da tıklama falan istemiyoruz. Yok, şurayı tıkla yok burayı, onu beğen bunu beğenme. Kaybedecek zamanımız yok. Hadi gidiyoruz. Çamura bulanmaya, soğuktan titremeye, burun çekmeye ama ne olursa olsun dikkat çekecek bir şeylerin temelini oluşturmaya. Hadi gidiyoruz menzil atmaya. Aslında meydan kurallarına göre kışın menzil atışı olmaz. Okmeydanı mı kaldı ki kuralı dinlensin? Bal gibi olur! Zaten amaç menzil atmak değil , asla kırılamayacak rekorları ile tamamen bize ait bir kültüre sahip çıkmak. Hiç olmazsa unutturmamak.
İşte bu çağrıya uydu Ali kılıç hocamız, Ali Yıldırım ağabeyimiz, Kürşat, Yusuf, Azad, Serdar Asım, Resul, Ahmet ve Berkay kardeşlerim. Çoğu ilk defa menzil atıyordu. Çamur dolayısı ile araba fazla ilerleyemediğinden yaya çıktık menzil atılacak yere. Soğuk, yağmur, çamur.... Neşemizi hiç kaybetmeden koyulduk yola, başladık atışa. Bir iki derken koşu kızışmaya başladı. Genç kardeşim Asım 10 gez ileri sürdü taşı sonra ben onun taşını derken, Azad biladerim 12 gez geliştirdi ve “bu iş bu kadar diye” postasını koydu! İş inada binince yarışma hırsı ile elimizdeki sentetik yayların limitlerini zorlamaya koyulduk ve 335 gezle en ileri o günlük ben atmış oldum. Ancak kimse gitmek istemiyordu yarışmak istiyordu. Okmeydanında olmasa bile ilk defa yarışma aşkı ile menzil okları uçuşuyordu İstanbul semalarında, hem de en az 100-150 sene sonra. Ertesi hafta Amine ve Pınar kızlarımız ile Ömer kardeşimiz de katıldı aramıza
Evet biz soğuk ta olsa, geç te olsa bu kültüre sahip çıkmaya çalışıyoruz ve çalışmaya devam edeceğiz. Sizleri de yaptığımız organizasyonlara, konferanslara, sosyal etkinliklere destek olmaya bekliyoruz.
-“Yeter artık, dönüyoruz !!!!!!!”

Şubat 2011

Adnan Mehel