21 Eylül 2009 Pazartesi
Kemankeş Çelebi Kore Yollarında Wtaf 2009
Kemankeş Çelebi Kore'de (10-16 Eylül 2009)
İngiltere bile katılmayacağına göre bu sene “biz de katılmayalım” diye karar almıştık. Ama Türk okçuluğu orada temsil edilmeli diye içimizde bir huzursuzluk vardı. Ekonomik sıkıntılar, hastalıklar ve işleri toparlamak endişesi ile temsil istekleri arasında gidip geliyorduk. Son günlerde bileti almaya ve gitmeye karar verdik. Dolayısı ile yarışmaya hazırlanmak imkânımız olmadı. Sipariş verdiğimiz şaftlar gelmeyince mevcut okları tamir ederek gruplandırmak, kıyafetlerimizi alelacele hazırlamak telaşı içersinde son anda gelen hukuki davalar ve iş stresi arasında hazırlıklarımızı tamamlamaya çalıştık. Yakın bir akrabamın çok ağır hastalandığı haberi ve avukatlığını yaptığım 12 yaşında bir çocuğun başına gelen elim bir olay nedeniyle son günlerim uykusuz ve gerilimli geçmişti. Sabahlara kadar süren araştırmalarım sonucu kolluk kuvvetlerine gerekli ipuçlarını sağlayarak akrabalardan da hastayı ziyarete gelemeyeceğim dolayısı ile özürler dileyerek havaalanına yollandık. Şafak ve İlkay biraderlerim de benden farklı değillerdi. Yarışmalar bu sene çok ters bir zamana denk gelmişti. Şafak biraderim havaalanı yolunda kızının okul kaydı için son günün pazartesi olduğu yolunda mesaj alınca işler iyice sarpa sardı. Yapılan istişarede çocuklarımızın tahsil hayatının daha önemli olduğuna karar verip ağlamaklı bir yüzle Şafak biraderimizi geri gönderdik. Unutulan bir sürü malzeme vardı. Herkesin eşyası birbirine karışmıştı. Alelacele ayıklayıp bekleme salonuna girdiğimizde, sakallı birisi yanımıza geldi ve Kore’ye gidip gitmediğimizi sordu. Yanında iki arkadaş da sonra iki kişi daha. Yarışmaya ilk kez katılan Romanya ve arkadaşlarımızın iyi tanıdığı ancak bizim yeni karşılaştığımız Çek Cumhuriyeti ekibi Mihal ve arkadaşları. Birbirini ilk kez gören ama ortak paydası okçuluk olan insanlar kırk yıllık tanıdık gibi muhabbete başladık. Uçakta da yerlerimiz yan yana düşünce çek gurubu ile sohbet ede ede İnchon Havaalanına ulaştık. Arkadaş canlısı birisi Çek Mihal. Sizlere ilk selamları onlardan aldık. Mihalin Rusça biliyor olması işimi biraz kolaylaştırdı.
Havaalanından yarışmanın yapılacağı şehre 2-3 saat süren otobüs yolculuğu esnasında uyukladığım için nerelerden geçtiğimizi hatırlamıyorum bile. Kasaba gibi yerde bir tepenin üzerinde kurulu enstitünün tesislerinde yapılacaktı yarışma. Daha önce böylesi uluslararası bir organizasyona katılmadığımız için fazla tanıdığımız yoktu ve İngilizcemizin iyi olmaması bizi endişelendiriyordu. Kapıda Macaristan’dan tanıdık bir sima bekliyordu.
- Poşta! Diye seslendim. Hayatında daha önce görmediği birisinin kendisine adı ile hitap etmesinin şaşkınlığı ile yüzüme bakıyor, hatırlamaya veya tanımaya çalışıyordu.
- Türkiye’den Adnan deyince gülümsemeye başladı ve Şafak biraderimi sordu. Ama o gelememişti. Çok üzülmüştü Şafak katılamadığı için.
Bu arada dünyanın her tarafından insanlar birbirine gülümseyerek selam veriyor nereden olduğumuzu öğrenir öğrenmez tanıdıkları isimleri sıralıyor ve gelemedikleri için üzüntülerini dile getiriyorlardı. Türkiye adına şu ana kadar organizasyona katılan arkadaşlarıma bizleri bu kadar güzel temsil ettikleri için teşekkür etmeliyiz. Belli ki arkadaşlarımız çok güzel izlenimler bırakmışlar. Şu ana kadar katılanlar Murat Özveri, Cem Dönmez, Yaşar Metin Aksoy ve Metin Ateş kardeşlerimizi ismen zikredip teşekkürlerimi tekrar sunuyorum. Bu arada gene İstanbul ziyaretine gelmiş bulunan Fransız Rafael ile görüştük. Vakit gece yarısına geldiğinde oteldeki odamıza çekildik. Romanya ekibi odamıza ziyarete geldi. Oldukça dost canlısı ve meraklı arkadaşlar. Kiloluca Yujen ve arkadaşı. Neşeli esprili birisi. Ertesi gün kahvaltı sonrası kıyafetlerimizi giyip yarışmanın yapılacağı alana gittiğimizde rengârenk giysiler içersinde dünyanın her tarafından insanlar gülümseyerek birbirine bakıyordu. Türkiye standına gidip hazırlıklara başladığımızda ziyaretçi akınına uğradık. Avustralya’dan Bade Dawyer, Tayvan’dan yay ustası, Almanya’dan bir başka yay ustası, Amerika’dan, Yunanistan’dan insanlar Türkiye standına gelip arkadaşlarımızı soruyorlar yaptığımız oklara yaylarımıza ve kıyafetlerimize bakıyorlardı. Fotoğraf çektirmek talepleri yüzünden standımıza yerleşemiyorduk. Bayrağımızı nasıl asacağımızı düşünürken İspanyadan bir arkadaş elinde bandı ile koşup geliyor, Yunanistan’dan hanım okçu arkadaş ne zaman rakı, meze, uzo diye soruyordu. Herkesin yüzünde çocukça bir telaş ve sevinç vardı ki... Yaptıkları okları gösteriyor bizim nasıl yaptıklarımız hakkında bilgi edinmek istiyorlardı. Bade Dawyer, Adam Karpoviç’in hediye ettiği yayı, Alman ve Tayvanlı yay ustaları kendi yaptıkları Türk yaylarını gösterdikleri zaman gururla mahcubiyet arasında duygular hissediyorduk. Özellikle Tayvanlının yaptığı ve ender bulunan bir yılan cinsi derisiyle kaplamış olduğu Türk yayını çok beğendik. Ama bizim elimizde Grozer yay replikası vardı.
Ülke gösterilerine sıra geldiğinde önce Macaristan başladı. Uzun süren bir gösterinin ardından diğer ülkeler. 5. Sırada biz vardık. İlkay kardeşimle bu ikinci karşılaşmamızdı. Yan yana hiç ok atmamıştık. Okmeydanı’ndaki gösterinin kısa bir tekrarını sergiledik.
-Yaaaa Hakkk!!! Diye naralanıp oklarımızı fırlatıyorduk kâğıttan puta hedefine. 20 metreye koyduğumuz hedefe birbiri ardına okları gönderdik. Sadece beş atış yaptığımız gösterinin ardından stantları dolaşıp fotoğraflar çektirdik ve arkadaşlıklar kurduk. Hedefimiz yeni katılan ülkelerle arkadaşlıklar tesis etmek ve araştırmalarımızda faydalı olabilecek insanlarla tanışmaktı. Üzerimdeki zırhın gerçek olup olmadığı ve nasıl yapıldığı soruların öğleden sonra stantta göstereceğim yanıtını veriyordum. Öğleden sonra elimde halkalar ve penselerle zırh örmeye başladım. Meraklılar seyrettiler. Bir ara üzerinde deri zırh bulunan Moğolistanlı Alexandır yanaştı. Üzerine metal plakalar iliştirilmiş deri zırhıyla satıp satmadığımı sordu. Yürüyüşünde sanki Cengizhan’ın torunu imiş gibi bir hava varken kendisinin zırhından çok, benim zırhın ilgi çekmesi canını sıkmış gibiydi. Elindeki Moğol yayını denediğimde 55 kg çekiş kuvvetinde olduğunu söyledi ama 60 libreden fazla değildi. Sallana sallana dolaşıyor tank gibi yürüyordu. Cengiz hanın ordusu şayet bugün Moğol yayı diye gösterdikleri yayı kullanmış olsaydı o büyük imparatorluğu kuramazdı. O yaylar ancak balta sapı olarak kullanılabilir. Tahminim onlar her şeyi unutmuşlar ve balıkçı kabilelerden birisinin kullandığı yayı kendi yayları zannediyorlar. Bunlarla bırakın imparatorluk kurmayı bir köyü bile korumak imkânsız. Yayı ağırlaştırmak ve hantallaştırmak için ellerinden geleni yapmışlar.
Biraz antrenman yapma imkânı bulunca ilk kez gördüğümüz Moğol ve Japon hedeflerine ağırlık verdik. Biraz da Kore hedefine talim yaptık. Antrenmanlarda gayet başarılı atışlar yaptık. Ancak kırılan oklar dolayısı ile yarışmada farklı ağırlık ve spine değerindeki oklarla atış yapmak zorunda kalacaktık. Akşam gene yeni tanıştığımız arkadaşlarla sohbet ortamında geçti. Polonya’dan dostumuz Darek de orada idi. Malezya’dan sevimli arkadaşımız Şeyh Fuad Şeyh Mahmut (tek kişi) iki küçük çocukla beraber gelmişti. Mütebessim yüzleri ve sempatik tavırları ile zaten en popüler yarışmacı ödülünü kazandılar. Ertesi gün yarışmalar başladığında beşinci gurupta Macar dostumuz Poşta’nın sevimli oğlu, turnuvanın en küçük yarışmacısı Donat ile ben vardım atış çizgisinde. Diğer yarışmacılar katılmamışlardı. Poşta yaklaşıp David ve Golyah gibisiniz diye takıldı. Yarışma psikolojisi midir yoksa jetlagdan kaynaklanan uykusuzluk mudur, nedir, istediğim performansı gösteremedim. Kendime en fazla güvendiğim Moğol hedefinden sıfır çektim maalesef ama her hedeften puan alarak toplam 12 puanla 37 sırada yer aldım. Türk ekiplerinin şu ana kadar en iyi derecesi olması beni biraz teselli ediyordu. Ama insanların bizden beklentisi çok daha fazla. Efsanevi Türk okçuluğu yeniden dirilmeli ve eski ihtişamlı günlerine dönmeli artık. İnşallah bu günleri de göreceğiz. Elimizde ustalarımızın yaptığı yaylarla hiç olmazsa 900 gez mesafesini bulmalıyız.
Yarışma sessiz sedasız gidiyorken sıra Kore hedefine geldiğinde nasıl olsa menzil atışına benziyor diye bir kemankeş narası patlattım. Benden sonra sessizlik bozuldu özellikle Japonlar yarışmacı arkadaşlarını motive etmek için kulağının dibinde bas bas bağırıyorlardı. Yarışmaya kötü başlayan Manoş ta isabet kaydettikçe “Iaaaahhhhhhh!!” gibi anlamsız sesler çıkartırak başarısını ilan ederken şamatadan korkan Moğol bebeğin çığlık çığlığa ağlaması kahkahalar arasına karışıp gidiyordu. Hepimiz kocaman çocuklar gibiydik.
Japonlar bu sene çok hazırlıklı gelmişlerdi ve dolayısı ile birinciliği aldılar. 32 senedir okçuluk yapan ve kyudo hocası, 3 yıldır bu organizasyonda yarışan Prof. Dr. Makinori Matsuo usta bile geçen senelere göre turnuva rekoru kırmasına rağmen ilk üçe giremedi. Macarların her hafta 3-4 kez yarışma düzenledikleri Moğolların da onlardan aşağı kalmadıklarını da eklersek rakiplerimizin kimler olduğu konusunda biraz bilgi vermiş oluruz. Bu arada Romanya’dan dostumuz Yujen yarışmanın sürprizini yapıp 3’lüğü elde etmesin mi! “Rekor kıracağım galiba Adnan. Hayatımda bu kadar ballı atışlar yapmadım” diyordu yarışmaya başladığında. Ben her zamanki gibi şaka yaptığını zannediyordum. Oysa bu sefer ciddiymiş. Rekor kıramadı ama bronz madalyayı kaptı neşeli arkadaşımız.
İlkay kardeşimin araştırmaya çok meraklı olduğunu söylemeliyim. Sohbet aralarında kayboluyor, yakındaki ormandan bitki tohumları, böcek örnekleri falan topluyordu. Fidan üretmek için farklı ağaçlardan tohum edinme gayretleri görülmeye değerdi. Japon akçasının tohumu henüz olgunlaşmadığı için ondan örnek alamadık ama etrafımızda huş ve porsuk ağaçları vardı. Akşamları oldukça neşeli geçiyordu. Ben bir türlü bırakamadığım zıkkımı içmek için sık sık kapı önündeki keşhaneye gidiyor, pipo meraklısı Avusturyalı, tiryaki Poşta ve diğer içici arkadaşlar ile keşhane sohbetleri yapıyorduk. Bir ara sohbet Macaristan İmparatorluğuna geldi ve Dostumuz Poşta, Avusturya’nın, Sırbistan’ın diğer Balkan ülkelerinin Macar İmparatorluğu sınırları içersinde olduğunu söyleyip duruyordu. Poşta biraz uzaklaşınca Avusturyalı: “niye şişinip duruyor anlamadım, oraları en son Osmanlı imparatorluğunun topraklarıydı” deyince kahkahayı patlattık.
Uykusuz sabahlarımdan birisinde saat 04’te Fransa’dan benim gibi kafası açık uzun boylu Fransız’ın lobide oturduğunu fark ettim. Yanına gidip jetlag problemi yaşayıp yaşamadığını sordum. O da benim gibi uykusuzluk çekiyordu ama o İngilizce ben Fransızca bilmiyorduk. Sorun değildi. Fransızca tane tane anlatmaya, kendi sitelerinden resimler göstermeye başladı. Sadece iki sözcük ibaret Fransızcam olmasına rağmen adamın sanatçı olduğu ve müzelerde yıpranmış resimlere restorasyon çalışmaları yaptığını, prehistorik oklar ve yaylarla ilgili bir grupları olduğunu, bunlarla ilgili yarışmalar düzenlediklerini, köyler kurduklarını anladım. 1 saatten fazla süren bu muhabbetten sonra bizim sitedeki ok yapımı ve yay yapımı ile ilgili hazırladığımız klipleri gösterdim. Çalışmalarımızın çok dikkat çektiğini söylemeliyim.
Akşam Düzceli dostumuz Sami Ustanın verdiği ebruları hediye olarak dağıtıyordum. Sıra Fransız ekibine geldiğinde Rafael’e seçmesini ama sanatçı arkadaşının seçmesi halinde daha iyi bir tercih yapmış olacağını söyledim. Birazdan bu sanatçı arkadaş gelince elimdeki ebrulara bakıp woooooow! diye bir ses ve beğeni mimikleri ile ebrulara daldı. Fransızca bana bu ebruların modern stilde yapılmış çok iyi ebrular olduğunu, sanatçının ebruya yeni başlamış kabiliyetli bir sanatçı olduğunu anlatıp dururken, Manu yanımıza yaklaşıp Fransızca; “yahu bu adam Fransızca bilmiyor ne anlatıyorsun?” kabilinden bir şeyler söyledi. Manu’ya bize engel olmamasını ve birbirimiz anladığımızı söyledim.
“- İkiniz de kel olduğunuz için anlaşma sıkıntısı çekmiyorsunuz anlaşılan” diye espriyi patlatınca hep beraber kahkahalarla güldük. Ebru çeşitlerini ve desenlerini çok iyi bilen bu arkadaş ebruları çok beğendi. Bu arada Sami ustaya teşekkürlerimi sunuyorum. “Abi benim param yok ama elimde sanatım var. Lütfen gittiğiniz yerlerde bu ebruları hediye edin” diyerek elime tutuşturduğu 50 kadar ebru dünyanın her tarafından kadim dostlarımıza hediye edildi ve herkes tarafından çok beğenildi. Artık dünya kemankeşlerinin evlerinin duvarlarını Türk ebruları süsleyecek.
Bir başka ilginç anım da gene bu Moğol Alexander ile ilgili. “Ben okçuyum” diyordu ve “Moğol’um, eğer biz atamamışsak 800 metreye Türklerin de atması mümkün değil.” İkna etmeye uğraşsam da bir türlü kani olmuyordu. Elbette elinizdeki kazma sapı ile bu rekoru kırmanız imkânsız diyemedim. Macar Manoş’un kısa bir zaman önce 500 metreye atığını söyledim. Okmeydanı’ndaki atışların olimpiyat oyunları gibi çok disiplinli bir tarzda yapıldığını, ayak taşları ile menzil taşlarının hâlâ yerinde olduğunu söyledim ama ne söylersem söyleyeyim kâr etmedi. Bu arada Manoş elinde 90 librelik ve 100 librelik yaylarla yanımıza gelip Macarca konuşmaya başlamaz mı! Çekmesi için bizim gururlu Moğol’a yayı uzattı. İri cüssesi ile bu yayı parçalarım edasındaki Saşa (Alexander’in kısa ve samimi söylenişi), yaya asılır asılmaz yüzü önce kızıl sonra mor renk almaya başladı. Ben bıyık altı gülerek Moğol’un yüzündeki şaşkın ifadeye bakıyordum. Manoş, Türklerin 800 metre’den fazla attığını sanki öğütlemişiz gibi anlatmaya başladı. Adam Macarca konuşuyordu ama işin garibi anladık. Ben anlamamış gibi yapıp yazmasını işaret ettim. Beni işaret edip “török” diyor ve eliyle 800 metre yazıyordu. Moğol bayağı demoralize olmuştu. 90 librelik yayı çektimse de 100 librelik yay beni zorladı. Tam çekiş yapamadım. Sakatlık olmasın diye fazla da zorlamadım.
Aramızda benzer bir sohbet de Çek Mihal’le geçti. Manoş’un 500 metre üzerinde atış kaydettiğini söylediğimde Gökmen kardeşimizin onu geçtiğini söylemesi üzerine afalladım.
-“Mihal bir yanlışlık olmasın. Elbette gökmen kardeşimin Manoş’u geçmesi hoşuma gider ama benim haberim olurdu.”
“-Yok Gökmen onu geçmiş” dedi.
“-Mihal nerden öğrendin bunu?” Diye sordum.
“-Rafael’in dergisinde yazıyor” dedi. Sevindim elbette. İlk defa bir Türk 900 gez atmış demekti bu. Sonra aklıma geldi ve sordum;
“- Mihal sen Fransızca biliyor musun?”
“-Hayır”
-“Nasıl anladın o zaman Fransızca dergiden Gökmen’in bu mesafeye attığını?”
“-Ne bileyim orada öyle rakamlar yazıyordu.”
“-Allah müstehakkını versin senin.”
Gülümsedik. Maalesef bir Türk’ün 900 gez atması için biraz daha beklememiz icap edecek. Anlaşılan Gökmen kardeşimizi sevdiği için yazıyı yanlış anlamıştı. Olsun birkaç dakikalığına da olsa arkadaşlarımızdan birinin 900 gez atmış olmasının hayali neşelendirmişti bizi.
Yunanlı dostlarımız da ebruları çok beğendiler. Onlar için bir lale ve deniz mavi renkli ebrulardan seçmiştim. Lalenin İstanbul’un sembolü olduğunu mavi renkli ebrunun da aramızda dostluğu sembolize eden Ege Denizi olduğunu söyledim. Bizi muhakkak Yunanistan’a bekliyorlar. Beraber rakı ve uzo içeceğiz meze yiyeceğiz, çok eğleneceğiz diyorlar. Ellerinde atmak için Moğol okları yoktu. İlkay kardeşimin getirdiği kauçuk şişe tapalarından yaptığımız çakma Moğol oklarını yarışma esnasında onlara verdikten sonra bu yardım dolayısı ile samimiyetleri daha da artmıştı. Kadıncağızın samimi tavırları nedeniyle İlkay kardeşim uzaktan bıyık altı gülüyor “seni gidi seni” der gibi işaretler yapıyordu. Mrs. Vassiliki Bozikis’in başparmakları kavrayan delikanlıca bir tokalaşma gösterisine kibarca elini öperek cevap verdim. Bu jestten oldukça memnun olan hanımefendi beğenisini sarılarak göstermez mi! İlkay kardeşim inşallah çektiği bu kareleri internete koymaz yoksa hanımla papaz oluruz.
Bir de iriyarı bir Moğol hanımefendi geldi fotoğraf çektirmek için. Toplam 3 kız ebadında vardı rahat. Arkadan belimi öyle bir kavradı ki 11 kg. lık zırha rağmen baskıdan bir bismillah çekmişim. Fotoğraftan sonra bir de kucaklaması mı? Kemiklerim çatırdamaya başladı. Saşa çekemedi 90’ lık yayı ama bu 110 kg’ dan aşağı olmayan zarif hanımefendi 120 lik yaya bana mısın demez alimallah. İyi ki tepeden tırnağa zırhlıymışım diye dua ettim. Rusça sorduğu sorulara anlamıyormuş gibi yapıp özellikle cevap vermedim. Bir rozet hediye edip yanağımdan makas aldıktan sonra uzaklaştı çok şükür.
Katılım için çok geç kaldığımızdan maalesef orada sunum yapamadık. Baştan sona izlediğimiz sunumlarda Sık sık Türk okçuluğuna atıfta bulunulması bizleri memnun etse de ilk defa bu sene Türkiye’den sunum yapılmadığı için canımız çok sıkkındı. Kitap bastıracakları için sunumların erken iletilmesi gerekiyordu. Katılamayacağız dediğimiz için bizi sunum listesinden çıkartmışlardı.
Son günlerde Türkiye’ye verilen kontenjanın artırılması için gayretler gösterdik. Organizasyon komitesine Rusya ve Türkî Cumhuriyetlerdeki sporcularla irtibatımız olduğunu onlara yardım edebileceğimizi söylediğimde Prof. Lee çok sevindi. Hemen Komite Başkanı Sayın Won’a durumu iletti ve mimiklerinden Bay Won’un da bu destekten çok memnun olduğunu anladım. İrtibat konusunda bizden yardım talep ettiler. Seneye inşallah Türkî Cumhuriyetlerden sporcular da orada olacaklar ve Türkiye’nin kontenjanı artırılacak. Buraya daha fazla arkadaşla gelmeliyiz. 10 kişi gelebilsek ne kadar güzel olur. Turnuvanın sürpriz isimleri Romanya’dan arkadaşlarımızla beraber geriye döndük. Uçakta ne içeceğimiz sorulduğunda “Çay” yanıtı veriyorduk. 6 gündür kahvaltıda pirinç lapası balık ve pirinç suyu içmekten fenalık gelmişti. Fotoğraflar mı? Valla bende bir tek kare bile yok. Hem fotolar hem videolar İlkay kardeşimin uhdesinde. Ben de sizin gibi İlkay kardeşimin himmet edip fotoları göndermesini bekliyorum. Bu arada seyahatimiz için hanımı yeni doğum yapmasına rağmen gerçekten büyük bir gayret göstererek son anda gitmemizi temin eden Metin biraderime tekrar teşekkür ederiz.
Eylül 2009 İstanbul
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder